15 Eylül 2015 Salı




ÖLÜMCÜL KİMLİKLER

                                                             
                               
                                                                                                 





Son zamanlarda Türkiye' de yaratılmak istenen kimlik çatışmalarına (Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Müslüman-Hristiyan) bakış açımızı genişletebilir, konuyla ilgili bizi düşünmeye sevkedebilir umuduyla, yıllar önce okuduğum kitabı yeniden okuyarak, önemli gördüğüm satırları paylaşmak istedim. Belki bir yararı olur diye. Çünkü herkesçe malum olan bir şey varsa o da gidişatın kötü olduğudur. Bu konuda kaygılı olmama rağmen, yazımda kendi düşüncelerime değil, çok yönlü kimliğe sahip olan kitabın yazarının düşüncelerine yer vereceğim. Bunun nedeni, güzel ülkemde "İfade Özgürlüğü" nün olmamasına olan inancımın yanı sıra, konunun hassasiyeti ve bu hassasiyetle yazıma olmadık anlamlar yüklenebileceği çekincesidir. Bir zamanlar altı-üstü tartışılan kimlik sorunuyla ilgili yazılıp çizilenleri düşündüğümüzde haksız da sayılmam sanırım.

Ölümcül Kimliklerde Amin Maalouf, özetle; kimliğe, sanıldığı gibi sadece ırksal boyutta yaklaşılamayacağı, kimliğin bir çok unsurdan oluştuğu ve kişiden kişiye farklılık gösterebileceği, kimliğin ırk, din, dil, kültür, gelenek, yaşam tarzı gibi öğeleri bir arada bulundurduğu ve  bunlardan birinin çekilmesi halinde kişiliğin yok olabileceğini kendi yaşamından ve tarihsel olaylardan örneklerle anlatıyor.

Amin Maalouf, "Ölümcül Kimlikler" de kimlik sorununu çok yönlü ve saydam bir sorgulamayla anlatır. 1976' da Lübnan' ı terkedip Fransa' ya yerleştiğinden beri, son derece iyi niyetli olarak, kendisine sorulan kendisini "daha çok Fransız mı, yoksa daha çok Lübnanlı" mı hissettiği sorusunun ne kadar çok sorulduğundan bahisle cevabının "Her ikisi de!" şeklinde hiç değişmediğini anlatarak başlar kitabına.

Kendisine soru soranlara sabırla Lübnan' da doğduğunu, yirmi yedi yaşına kadar orada yaşadığını, Arapça' nın anadili olduğunu, ilk sevinçlerini atalarının köyü olan dağ köyünde tattığını, ileride romanlarında esinleneceği bazı öyküleri orada dinlediğini açıklar. Ve devam eder: "Bunu nasıl unutabilirim? Bunlardan nasıl olur da kopabilirim? Ama öte yandan, yirmi iki yıldan beri Fransa topraklarında yaşamaktayım, onun suyunu ve şarabını içiyorum, ellerim her gün onun o eski taşlarını okşamakta, kitaplarımı onun diliyle yazıyorum, o artık benim için asla yabancı bir ülke olamaz.

Yani, yarı Fransız, yarı Lübnanlı mı? Hiç de değil! Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur, ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan. Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir "dozda" onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş tek bir kimliğim var.

Bazen, binbir ayrıntıya girerek tam olarak hangi nedenlerle aidiyetlerimin tümünü dolu dolu istediğimi açıkladığımda, biri yanıma gelerek elini omzuma koyup mırıldanıyor: 'Böyle konuşmakta haklısınız, ama içinizin derinliğinde ne hissediyorsunuz?'

Bu ısrarcı sorgulama beni uzun zaman gülümsetmiştir. Bugün buna gülümsemiyorum artık. Çünkü bu bana insanlarda pek yaygın ve benim gözümde tehlikeli bir bakış açısının ortaya konuluşu gibi geliyor. Bana 'içimin derinliğinde' ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin 'içinin derinliğinde' ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma 'kişinin derin gerçekliğinin' , doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan 'öz' ünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın - özgür insan olarak katettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının - hiçbir önemi yokmuş gibi. Bugün çok sık yapıldığı üzere, çağdaşlarımız 'kimliklerini vurgulamaya' yöneltildiğinde, bununla onlara söylenmek istenen, içlerindeki, çoğu zaman dinsel ya da ulusal ya da ırkçı ya da etnik nitelikteki sözümona temel aidiyete dönmeleri ve bunu gururla ötekilerin suratına çarpmaları gerektiğidir.

Daha karmaşık bir kimlik talep eden herkes toplum dışına itilmiş bulur kendini. Cezayirli ana babadan Fransa' da doğan bir genç, içinde apaçık iki aidiyet taşımaktadır ve her ikisini de üstlenecek durumda olması gerekir. Lafı bulandırmamak için iki dedim ama onun kişiliğinin bileşenleri çok daha fazla sayıdadır. İster dil sözkonusu olsun, ister inanışlar, yaşam biçimi, aile ilişkileri, sanat ve mutfak zevkleri, Fransız, Avrupa, Batı etkileri ondaki Arap, Berberi, Afrika, Müslüman etkilerine karışmış durumdadır... Bu delikanlı bunu dolu dolu yaşamakta özgür hissetse kendini, tüm çeşitliliğini üstlenmede cesaretlendirildiğini hissetse, zenginleştirici ve verimli bir deneyim; tersine, Fransızlığını vurgulasa, bazıları ona bir hainmiş, hatta satılmış gözüyle baktığından, ne zaman Cezayir' le olan bağlarını, tarihini, kültürünü, dinini ortaya koysa, anlaşılmamak, küçümsenmek tehlikesiyle ya da düşmanlıkla karşılaşacağından, yolu yıpratıcı olabilir.

Durum Ren' in öte yakasında daha da naziktir. Otuz yıl önce Frankfurt yakınlarında doğan, hep, dilini ailesininkinden çok daha iyi konuşup yazdığı Almanya' da yaşamış olan bir Türk' ün durumunu düşünüyorum. Benimsediği toplumun gözünde o bir Alman değildir; köklerinin geldiği toplumda ise artık tam olarak Türk sayılmaz. Sağduyu isterdi ki, o bu çifte aidiyeti tam anlamıyla talep edebilsin. Ama ne yasalarda, ne de zihniyetlerde hiçbir şey bugün onun bileşik kimliğini uyumlu bir şekilde üstlenmesine izin vermemektedir."

Sırp-Hırvat, Tutsi-Hutu, siyah baba-yahudi anne ve Avrupa' dan verdiği örneklerle devam eden Maalouf, seçtiği bu örneklerin özel bir yanı olduğunu kabul ederek şöyle diyor:

"Hepsi de içlerinde bugün şiddetli bir çatışma halinde olan aidiyetler taşıyorlar; bir bakıma içlerinden etnik, dinsel, ya da daha başka kırılma hatlarının geçtiği, sınırda insanlar. Aslında 'ayrıcalıklı' demeye dilimin varmadığı bu durum nedeniyle bağlar kurmak, anlaşmazlıkları gidermek, kimilerini mantığa davet etmek, kimilerini yatıştırmak, sorunları düzlüğe çıkartmak, barıştırmak gibi bir rol oynamak durumundalar...Çeşitli toplumlar, çeşitli kültürler arasında birleşme çizgisi, köprü, arabulucu olmaya çağrılırlar.Tam da bu yüzden, ikilemleri ağır bir anlam taşıyor;bu insanlar çok yönlü aidiyetlerini üstlenemiyorlarsa, sürekli olarak saflarını seçmek durumunda bırakılıyorlarsa, kabilelerinin safları arasına dönmeye zorlanıyorlarsa, o halde dünyanın gidişatı hakkında endişelenmekte haklıyız demektir.

'Seçmek durumunda bırakılıyorlar', 'zorlanıyorlar' dedim. Kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafından da, aramızdaki herkes tarafından. Gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden, bütün bir kimliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, yobaz, kolaycı yaklaşım yüzünden.

İçimden işte katiller böyle'imal ediliyor' diye haykırmak geliyor! Kabul ediyorum, biraz hırçın ama sonraki sayfalarda açıkça ortaya koymayı tasarladığım bir doğrulama."

"Aidiyetlerimin her biri beni çok sayıda insana bağlıyor; buna karşın hesaba kattığım aidiyetlerim çoğaldıkça, kimliğim de özel bir durum olarak ortaya çıkıyor." diyerek aynayı kendisine tutan Maalouf gibi, biz de aynaya bakıp, aynadaki görüntüyü tutabilir miyiz?










2 yorum:

  1. Muthis guzel bir kitap hakkinda harika bir yazi olmus, ellerine, kalemine,donanimina saglik annemmm

    YanıtlaSil