29 Eylül 2014 Pazartesi





AH  TÜRKÇEM, VAH  TÜRKÇEM
Dilimize Dair Bir Yazı



Bugünlerde anlıyorum ki, yakın çevremle bir iletişim sorunu yaşıyorum. Kaç yaşında olursa olsun, herkes aynı dilden konuşuyor da ben konuştuklarına Fransız kalıyorum sanki. Tabii bu durum bazen, komik olmuyor da değil. Aslında zeki biriyim; çok okurum, düşünürüm, eleştiririm, empati yaparım v.s. Peki, neden böyle hissediyorum, dedim ve sonunda  suçluyu buldum. Suçlu; moda olan deyimle hızına yetişemediğimiz teknoloji ve sosyal medya! Görüyorsunuz ya, kendimi eleştirmek, irdelemek yerine birini, bir şeyleri suçlu ilan etmek çok daha kolay. Oh be! Rahatladım şimdi.

Rahatladığıma göre, asıl konuya geçebilirim. Bir sabah uyanıyorum ve cep telefonumda şu mesajı görüyorum: "gnydn nhbr" Bu mesajı nasıl anlamalıyım? Sesli harfler buharlaşıp yok olmuş, imla sıfır. Uyku mahmurluğuyla, önce mesajın hangi dilde yazıldığını anlamaya çalışıyorum. Neyse ki Türkçe yazılmış. Ve cevap yazıyorum:" İyiyim. Teşekkürler. Siz nasılsınız?" Karşıdan cevap geliyor:"of be iki saat bir şey yzmyrsn" diye. Düzgün yazayım derken, karşı taraf yavaş olduğuma kızıyor. Örnekler çoğaltılabilir. Düşünüyorum; Türkçeyi doğru kullanmak için zaman ayıramıyorsa bir insan, zamanı çok değerliyse, neden saçma sapan bir şekilde mesaj yazar ki? Aç telefonu konuş daha iyi değil mi? WhatsApp çıktı, Türkçe bozuldu diyesim geliyor. Dikkat ederseniz, yaşlı, genç, orta yaşlı hemen herkesin WhatsApp dili aynı ve pek güzel anlaşabiliyorlar. Demek ki sorun bende...Çünkü, belli bir yaşa gelmiş birinin ergenlerin kendi aralarında iletişim kurdukları bir dille yazışmasını komik buluyorum. Ayrıca, bu dili kullananların Türkçenin katledilmesine göz yumduklarını düşünüyorum. Dilde ekonomi yapılmaz, tutumlu olmak gerekmez çünkü. Öğrenecegim çok şey var çook. Hele emoji denilen, Mısır Hiyerogliflerinden hallice işaretler yok mu, onları çözmem için Fransız  Champollion kadar dilbilimci olmam gerek!!

Bana göre, Türkçenin kullanılışına ilişkin bir diğer sorun da caps' ler. Günümüzde sosyal medyanın etkisi ile, caps sözcüğü anlamından uzaklaşmış ve görüntüleri komik yorumlama şekline dönüşmüştür; oysa ki caps' in İngilizce anlamı sadece ekran görüntüsüdür ve köken olarak capture(yakalamak) sözcüğünden gelmektedir. Bazen öyle caps' ler okuyorum ki ağzım bir karış açık kalıyor; lan, amq, oha, abi gibi. Daha da vahimi, kadınların bu capsleri çok fazla kullanıyor olması. Ve günümüzde, kadın olsun erkek olsun sosyal medya kullanıcılarının argo, küfür ve yabancı dillerle harmanlayarak yazdıklarını okuyunca, güzel Türkçemizi bu kadar  kötü ve müsrif kullanmalarına anlam veremiyorum...

Konuşma dilinin önemini anlatmama gerek yok, biliyorsunuz zaten. Ama  dil ile ülke yönetimi arasında çok güçlü bir bağlantı olduğunu, üstelik ülke yönetimi bozuksa, düzeltmeye nereden, nasıl başlamak gerektiğini söyleyen Konfüçyüs, şöyle der:  " Benden bir ulusun bozuk yönetimini düzeltmemi isteselerdi, işe o ulusun dilini düzeltmekle başlardım. Çünkü, dil düzgün olmayınca söylenenler anlaşılmaz ve yapılması gerekenler yapılmadan kalır, böyle olunca töreler ve sanat geriler, halk çaresizlik içinde kalır."


Not: Yazımı okuduktan sonra, benim bir dinozor olduğumu düşünüyorsanız eğer, benim için hiç sorun değil. :))





23 Eylül 2014 Salı




AVRUPA' NIN  ÇATISI: HELVET  KONFEDERASYONU




En azından, bir çoğunuzun bu isme yabancı olduğunu sanıyorum. Avrupa' da böyle bir ülke mi var, dediğinizi duyar gibiyim. Merakınızı uyandırıp ilginizi çekebildiysem eğer, bu ülkeyi çok iyi tanıdığınızı söyleyebilirim. Bu ülke, İsviçre' dir. Dünyada İsviçre diye bilinen ülkenin resmi adı Helvet Konfederasyonu' dur. Bankacılık ve finans sektörlerinde çok güçlü bir ekonomiye sahip olan, büyüleyici doğası ve karlı dağlarıyla Avrupa' nın çatısı olarak adlandırılan küçük ülke İsviçre.  Adını duyduğumuzda aklımıza ilk gelenler; saat, çikolata ve peynir olan ülke.

İsviçre' yi yazmak nereden aklıma geldi? İstediğimiz takdirde,"Google" a yazarak, İsviçre ile ilgili  bilgilere ulaşabiliriz. Ancak, ulaşamayacağımız bilgiler de olacaktır ki, bu bilgileri  de okuduğumuz kitaplardan ediniriz. Kitaplar, "İnternet" ten daha detaycı ve daha güvenilir kaynaklardır. Bu bağlamda, daha önce okuduğum Dan Brown' un "Melekler ve Şeytanlar" romanı ve son olarak okuduğum Paulo Coelho' nun "Aldatmak" romanından İsviçre hakkında öğrendiklerimi sizinle paylaşmak istedim. Ne de olsa, bu bir "Genel Kültür" blogu.

İsviçre siyasetini ülkemiz siyasetiyle karşılaştırdığımda çok ilginç buldum. Paulo Coelho kitabında İsviçre siyasetine dair şunları yazıyor: İsviçreli siyasetçilerin özel yaşamlarıyla kimse ilgilenmez. Sadece iki şey skandala yol açabilir: yolsuzluk ve uyuşturucu. Gazeteler konu eksikliği çektiğinden bu unsurlar devreye girerse olay alabildiğine büyür ve beklenenden daha ağır sonuçlar ortaya çıkar.

Ama siyasetçilerin metresi olup olmadığını, kerhanelere gidip gitmediklerini ya da eşcinselliklerini açık edip etmediklerini hiç kimse merak etmez. Seçim vaatlerini yerine getirdikçe ve kamu bütçesini aşmadıkça  sorun yoktur. İsviçreliler huzur içinde yaşayıp giderler.

İsviçre' nin başkanı her sene değişir (doğru duydunuz, her sene) ve halk tarafından değil, İsviçre Devleti' nin yönetimini üstlenmiş yedi bakanın oluşturduğu Federal Meclis tarafından seçilir. 

İsviçre halkı her şeye kendisi karar vermeye bayılır. Bu nedenle plebisit propagandaları eksik olmaz.Çöp torbalarının renginden (siyah galip geldi) silah ruhsatlarına (ezici çoğunluğun oyu sayesinde İsviçre dünyada kişi başına en çok silah düşen ülkeye dönüştü), ülke çapında inşa edilmesine izin verilen minare sayısından (dört) yabancılara tanınan sığınma hakkına kadar hepsine plebisitle karar verilir.

Diğer Avrupa ülkelerinde şaşkınlık uyandırsa da, biriyle karşılaşıldığında yanaklarından üç kez öpmek İsviçre' de adettir. İsviçre' ye gittiğinizde şaşırmayın!

İsviçre' nin ikinci büyük kenti Cenevre' de bulunan bir şato, ünü günümüze kadar ulaşan bir canavara hayat vermişti, oysa bu canavarı yaratan kadının adını çok az kişi bilir. Canavarın adı: Frankenstein. Yaratıcısı da İngiliz şair Percy Bysshe Shelley' in on sekiz yaşındaki "karısı" Mary' dir. Karı-koca Shelley' ler bu şatonun sakinlerinden İngiliz şair Lord Byron' a konuk olduklarında kaldıkları süre içinde Mary, Frankenstein canavarını yaratmış, İngiltere' ye döndüklerinde kitabını bastırmıştır.

Vatikan' ı Papa' yı korumakla yükümlü 110 muhafız İsviçre vatandaşıdır. Muhafızların hikayesi 1505 yılında Papa II. Julius' un, İsviçre' den kendisini koruyacak bir birlik göndermesini talep etmesiyle başlıyor. O tarihte İsviçre askerlerinin ünü tüm Avrupa' da biliniyor. Eylül 1505' te 150 İsviçreli asker, ilk defa Roma' ya giriyor. Ancak İsviçre Muhafızları' nın resmi kuruluşu 22 Ocak 1506 olarak kabul ediliyor.İsviçreli Muhafız olmak için Katolik, bekar ve İsviçre vatandaşı olunması, askeri görevini yapmış, lise veya üniversiteyi bitirmiş, 19-30 yaşları arasında ve en az 174 cm uzunluğunda olunması gerekmektedir.

Son olarak, bildiğinizi düşündüğüm şu bilgiyi yine de eklemek istiyorum. İsviçre Avrupa' nın önemli kültürlerinin kavşağında yer aldığından bu kültürler ülkenin dillerini ve kültürünü önemli ölçüde etkilemiştir. İsviçre' nin dört resmi dili vardır; Kuzeyde ve orta İsviçre' de Almanca, batıda Fransizca, güneyde İtalyanca ve güney-doğuda Graubunden kantonunda küçük bir azınlık tarafından konuşulan Romanş. Federal hükümet dört resmi dili de kullanmak zorundadır.


Görsel: onedio.com




10 Eylül 2014 Çarşamba




CEMAL SÜREYA' DA DAĞLARCA KİTABINDAN


Günbegün, İnternette, Sosyal Medya' da yazar ve çizerlerin artmasının nedenini, insanların duygu ve düşüncelerini kolay yoldan, meşakkatsiz ve hızlı bir şekilde takipçilerine ulaştırmasına bağlarsam sanırım yanlış tespit yapmış olmam. Cemal Süreya' nın günlüklerini okurken ister istemez eski günlerde roman ve şiir yazanların kitaplarını bastırmak için yaşadıkları zorluklar nedeniyle yazmayı bırakacak raddeye gelmeleriyle bugünkü durumu karşılaştırma olanağı buldum. Bu bağlamda, kitap ya da şiir yazmak isteyenlere, yazıp da bastırmak için yayınevi bulamayanlara veya yazmak için cesareti kırılanlara örnek olacak yazar ve şairleri tanıtmak istiyorum, bu yazımda.

Leyla Şahin, Cemal Süreya' da Dağlarca kitabında, Cemal Süreya' nın günlüklerinden alıntılar yapmış. Günlüklerinden birinde Cemal Süreya, Şair Faruk Ergöktaş' ın son zamanlarda daha çok romanla ilgileniyor oluşunu ve başvurduğu yayınevlerinden eli boş dönüşünü yazmış ve ona yeni bir romana başlamasının en iyi kurtuluş yolu olduğunu, bir gün yayın olanağı elde ederse elinde birkaç kitap bulunmasının fena olmayacağını belirterek şöyle devam etmiş günlüğüne:

"Sanatçı, yapıtının, hele ilk yapıtının basılmamasından ötürü hiç yüksünmemeli diyorum. Nice büyük yazarların en önemli yapıtları geri çevrilmiştir. Sözgelimi Proust' un ilk denemelerini Gallimard basmak istememişti. Nietzsche, Zerdüşt Böyle Dedi' yi basacak yayıncı bulamamıştı. Rimbaud da öyle. Cehennemde Bir Mevsim' i kabul ettirmek için birçok yayıncının kapısını çalmış, hepsinden eli boş dönmüştü; sonunda kitabı kendi adına yayımlamak zorunda kalmıştı.Üstelik, ufak, oylumlu bir kitaptı Cehennemde Bir Mevsim. Ya Lautreamont' a ne dersiniz, o da, o ünlü, o dev soluklu tek yapıtına, Maldoror' un Şarkıları' na hiçbir yayıncının ilgisini çekmeyi başaramamıştı. Bunlar en büyük sanatçılar. Yapıtları da bugün kapışılan yapıtlar, kaynak yapıtlar. Daha nice sanatçı vardır böyle. Bugün ülkemizde çekmecelerde duran yapıtların sayısını biliyor muyuz?

Ama güçlü bir yapıtın eninde sonunda zaferi kazanacağı da bir gerçek. Belki ortalama bir yapıt arada kaynayabiliyor, eşitleri arasında gerilere itilebiliyor, ama güçlü, sağlam, özgün bir sanat ürünü sonunda mutlaka hakkını alıyor. Nahit Sırrı Örik, Sait Faik' in ilk öykülerinin Varlık dergisince geri çevrildiğini anlatmıştı bir gün. Ama ne oldu, sonunda Sait Faik' i Türk okuruna tanıtan, yayan kurum yine Varlık oldu. Sanırım, bundan bir iki yıl önceye dek Salah Birsel kitaplarını daha çok kendisi basmak zorunda kalan bir sanatçıydı. Bugünse aranan bir yazar (ayrı ayrı yayınevlerinde  üç ayda üç ayrı kitabı basılıyor). Ahmed Arif' in şiir kitabına uzun süre alıcı çıkmamıştı. Hatta, anımsıyorum, sekiz yıl kadar önce en tutarlı yayıncılarımızdan birine onun kitabını basmak için niçin girişimde bulunmadığını sormuştum. Pek ilgilenmemişti bu sorumla. Bugün Ahmed Arif 9. baskıda. Ahmet Say' dan  da söz edeyim yeri gelmişken. Ahmet Say bugün benim beğendiğim öykücülerin başında geliyor. Öykü kitabı bir yayınevince geri çevrildi. Birkaç güne dek başka bir yayınevinden bir romanı çıkıyor. İnanıyorum, birkaç yıl içinde öykü kitapları kapışılacak. O yayınevi de öykülerini basmak isteyecek. Şimdilerde Ahmet Hamdi Tanpınar' ın yapıtları üstünde çok duruluyor. On yıl önce, hele on beş yıl önce öyle miydi acaba? Mektuplarını okuyun, Yeditepe' de tek şiir kitabının nasıl güçlükle yayımlanabildiğini göreceksiniz. Geçenlerde bir yazımda Vedat Türkali' nin Bir Gün Tek Başına adlı yapıtının ödül kazanmasaydı, belki de basacak yayınevi bulamayacağını söylemiştim. gerçekten bulamayabilirdi. Ama öyle mi kalırdı? Bir gün bir yerden, belki de başka bir yapıtıyla fışkırırdı Vedat Türkali. Oğuz Atay için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Halikarnas Balıkçısı Ötelerin Çocuğu' nu kaçta yazmış? Kitap kaçta yayımlanmış?

Fazıl Hüsnü Dağlarca ilk şiirleriyle ilgi toplamış, ünlü yazarlarca gazetelerde önerilmiş, övülmüş bir şair. Sanırsam, onun ilk kitapları da kendi basımıdır.

Yayıncıların türlü ölçüleri, ayrı bir çevreleri olduğu doğru. Kimi zaman, hatta çoğunca, kötü edebiyatı finanse ettikleri de doğru. Ama güçlü sanatçının er geç kendine yol açabildiği de doğru. Gresham yasasının bir sınırı var burada: Kötü edebiyat iyi edebiyatı kovabilir; ama bir süre için."

Roman, öykü, şiir yazıp da okura uzanamayan ve bu nedenle bir yenisini yazmak için oturamayan, yayınevlerinden eli boş döndüğü için kötümserliğe kapılan genç yetenekler, yılmayın, vazgeçmeyin, yazmaya devam edin ve yazdıklarınızı cesur bir biçimde çekmecelerinizden çıkarın. Yayınevleri basmıyorsa kitaplarınızı, internette paylaşın; kolay ve hızlı yoldan. Birileri mutlaka okur nasılsa...




4 Eylül 2014 Perşembe





TARİHİN  TOZLU  RAFLARINDAN EL DEĞMEMİŞ BİLGİLER


Uzak, yakın tarihin koridorlarında bir gezinti yaparak, tarihin raflarındaki tozları kaldırmaya ne dersiniz? Hazırsanız, başlayalım:

14 Temmuz 1789' da gerçekleşen Fransız İhtilalinden sonra, Fransa' nın ikinci büyük şehri olan Lyon, cumhuriyete karşı direndi. Uzun süre kuşatılmasına rağmen pes etmeyen şehir nihayetinde teslim bayrağını çekti, isyancılar idam edildi ve ceza olarak da şehrin adı değiştirildi: Ville - affranchie (özgürleştirilmiş şehir).
Benzer bir uygulamadan Marsilya da nasibini aldı ve adı "La ville - sans - nom (isimsiz şehir) olarak değiştirildi.

1952' de Mısır' da Kral Faruk' u devirerek iktidarı ele geçiren askeri kadronun ihtiraslı lideri Cemal Abdülnasır, 26 Temmuz 1956' da Aswan Barajı' nı finanse etmek için Süveyş Kanalı Şirketi' ni millileştirdiklerini duyurduğunda, Batılı başkentler şok geçirmişti. Özellikle de şirketin sahibi olan İngilizler ve Fransızlar. Böylece Süveyş krizi patlak verdi.
Kanada' nın bugünkü bayrağı Süveyş Krizi'nin meyvesi oldu. Mısır, bayraklarında İngiliz sembolü olduğu gerekçesiyle, krizin ardından Sina Yarımadası' na yerleştirilen Kanada birliklerine itiraz etmiş; bunun üzerine Kanada Hükümeti, tarafsızlığı sembolize ettiğine inandığı akçaağaç yaprağını, yeni bayrağının sembolü olarak kabul etmişti.
BM Barış Gücü, ilk kez bu krizin ardından, "siyasi bir çözüm bulunana dek savaşan taraflar arasında tampon olma" fikriyle kuruldu. 

50 yıl kadar önce Soğuk Savaş hamlelerinden biri olarak başlayan, bugünse birçoklarımız için, onsuz bir hayat neredeyse imkansız olan ve yaşamın merkezine oturan bildiğimiz manadaki ilk  internet sayfası bilim mühendisi Tim Berners-Lee tarafından hayata geçirildi.Berners-Lee o dönem, İsviçre-Fransa sınırında yer alan ve günümüzde evrenin başlangıcıyla ilgili bilgilere ulaşmak için bilim adamlarının protonları muazzam bir hızda birbiriyle çarpıştırdıkları araştırma merkezi CERN' de görevliydi. Fizikçiler arası bilgi paylaşımını hedefleyen tarihin bu ilk web sitesi (http://info.cern.ch /hypertext/WWW/TheProject.html) 6 Ağustos 1991' de yayına geçti.

Siyasetçiler arasında internetin bugünkü internet olmasında en büyük rolü eski ABD başkanlarından Bill Clinton' ın yardımcısı Al Gore oynadı. Her ne kadar Al Gore' un internetin mucidi olduğu şeklinde bir şehir efsanesi olsa da, en azından görev zamanında yaptıklarıyla internet devriminin başlamasını hızlandırmıştı.

Google' un kurucuları Larry Page ve Sergey Brin, Google ismini ilk olarak 1996' da buldular ve 1998' de hayata geçirdiler. Google' u, 10' un 100. kuvvetine denk gelen sayıyı sembolize eden Googol' dan türettiler.

 Bugünlük bu kadar. Umarım gezintiden memnun kalmışsınızdır.

Kaynak: Ali çimen - Tarihi Değiştiren Günler (Popüler Tarih).