DÜNÜ BUGÜNE BAĞLAYAN DRİNA KÖPRÜSÜ
İvo Andriç'in yazdığı "Drina Köprüsü"nü okumasaydım, böyle bir köprüden haberimin olmayacağı gibi, köprünün dünü bugüne bağlarken zamana meydan okuduğunu da bilemeyecektim. Balkanlardaki farklı etnik gruplar arasındaki ilişkinin son 300 yılını, köprünün tanıklığıyla anlatan İvo Andriç, Drina Köprüsü kitabıyla 1961'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Böylece, bu tarihi köprünün uluslararası ün kazanmasına da neden oldu. Ayrıca Drina Köprüsü, UNESCO tarafından 2007 yılında Dünya Kültür Mirası Listesi'ne alındı ve bu listede yer alan altı tarihi köprüden biri oldu.
İşte bugünkü yazımda, İvo Andriç'in kitabında anlattığı Drina Köprüsü ile ilgili tarihi bilgileri vermek istiyorum.
Drina, Sava Irmağı'nın en büyük koludur. Diğer kolları ise Piva ve Tara akarsularıdır. Fazla eğimli bir toprakta aktığı için Drina üstünde ulaşım yapılamamaktadır. Odun kütüklerinin yüzdürülmesinde kullanılan ırmak güneyden kuzeye doğru akmaktadır.
Drina, daha çok sarp dağlar arasındaki dar boğazlarda ve de derin uçurumlar arasında akar. Bu sarp dağların, yeşil köpüklü sularıyla ortaya çıktığı yerde büyük bir köprü yapılmıştır, ki bu büyük ve eşi benzeri olmayan köprü Drina köprüsüdür.
Drina köprüsünün yapılması emrini veren Osmanlı İmparatorluğu'nda üç padişaha sadrazamlık yapan Sokollu Mehmet Paşa'dır. Paşa, Vişegrad kasabasını çevreleyen dağlardan birinde yer alan Sokoloviç köyünde doğmuş, küçük yaşta Osmanlı askerlerince devşirme olarak toplanan çocukların içinde İstanbul'a getirilmiş ve imparatorluk bürokratı olmak üzere sıkı bir eğitimden geçirilmiştir. Sadrazam olduğunda doğduğu toprakları unutmamış ve azgın akan Drina'ya taş köprü yaptırarak, hem kendi adını hem de köprüyü yapan mimarın adını ölümsüzleştirmiştir. Drina Köprüsü'nün mimarı, Mimar Sinan'dır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mimar Sinan için "susan taşın, konuşan hacimlerin şairi" der. Sinan usta, Drina Köprüsü'ndeki tekniğiyle taşlara şiir yazdırmıştır gerçekten de. Drina Köprüsü, Bosna'yı Sırbistan'a, oradan da daha uzaklara, Osmanlı İmparatorluğu'nun diğer bölgelerine ve başkent İstanbul'a bağlayan yegane geçittir. Bu köprü sayesinde Vişegrad kasabası ekonomik ve demografik yönden büyüyerek dönemin önemli kasabalarından biri olmuştur.
Drina Köprüsü'nde yazar, Drina Köprüsü'nün yapım aşamalarını, bu aşamalarda halk arasında oluşan efsaneleri, ki bu efsaneler yüzyıllarca kulaktan kulağa aktarılarak günümüze kadar ulaşmıştır- ve köprünün özelliklerini anlatır. Yazar, köprüyü Mimar Rade'nin yaptığını söylemektedir. Köprünün yapımı için Vişegrad Kasabası'na gelen Osmanlı kafilesinin başında da sertliği ve acımasızlığıyla tanınan Abid Ağa ve yardımcısı mimar Tosun Efendi'nin bulunduğunu yazmaktadır. Ancak gerçekte Drina Köprüsü'nün mimarı, Mimar Sinan'dır. Tüm tarihi kayıtlar bunu doğrulamaktadır. Yazarın kitabında, neden hiç Mimar Sinan'dan bahsetmemiş olduğunu ise anlayabilmiş değilim. Neyse bu konu tarihçilerimizi ilgilendirir. Ben sadece, Mimar Sinan gibi döneminin en büyük mimarının adından bahsedilmemesini (ki projenin müellifi olmasına rağmen) üzüntüyle okuduğumu ifade etmek istedim. Ayrıca, kitapta köprünün Kapiya'sı üstüne asılan ve dönemin büyük şairi Baki tarafından yazılan beyaz mermer üstündeki manzum satırların İstanbullu şair "Badi" tarafından yazıldığı belirtilmiş, ki bu hata çevirmen tarafından, "Baki" olduğu tahmin edilerek düzeltilmiştir.
Vişegrad'da yaşayan Müslüman ve Hristiyan halkın yaşantısında Drina Köprüsü'nün bir hayli fazla rolü olduğunu kitaptaki şu satırlardan anlıyoruz: "Bu kasabada oturanların yaşamı bu köprüyle, Kapiya'sının üstünde, çevresinde ya da onunla ilgili olarak gelişir, akıp gider. Özel ya da genel yaşantıda, her geçen konuda, masallarda, her zaman 'köprü üstünde' sözü duyulur. Gerçekten de çocukların ilk gezintileri, ilk oyunları orada başlar."
Romanın baş kahramanı Drina Köprüsü olunca, yazar betimlemeleriyle sanki köprüyü anlatmamış, adeta sözcüklerle fotoğraflamış. Köprüyle ilgili olarak yazar şöyle yazmış; " Zarif biçimde oyulmuş, geniş aralıklı on bir kemerin üstünde yükselen bu taş köprünün uzunluğu iki yüz elli, genişliği de on adımdır. Köprünün tam orta yerinde birbirine eşit iki teras biçiminde genişleyen bölümüne yerel halk "Kapiya" der." Kapiya'da ise taştan yapılmış oturma yerleri ve kahvehane bulunmaktadır. Yapımına, 1566 yılında başlanan köprünün inşaatı tam beş yıl sürmüş ve 1571 yılında ulaşıma açılmış.
Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa, köprüden gelip geçen yabancıları da düşünerek konaklayacakları ve hayvanlarını besleyecekleri bir kervansaray da yaptırmış. Beyaz taşlardan yapılan bu kervansaraya halk "Taş Han" adını vermiş. Yıllarca yolculara bedava hizmet veren bu kervansarayın tüm gelirini sadrazam tarafından kurulan vakıf karşılıyormuş. 1579 yılında bir suikasta uğrayarak ölen Sokollu Mehmet Paşa'dan sonra vakıf gelirlerini kaybeden kervansarayı, yöre halkı işletmeye devam etse de bu uzun sürmemiş. Sonunda Bosna-Hersek ve Vişegrad'ı işgal eden Avusturya birlikleri tarafından top ateşine tutularak, yöre halkının Taş Han adını verdiği kervansaray yıkılmış.
Şimdi gelelim köprünün yapım aşamasında, gerçeklerden saptırılarak uydurulan efsanelere. Kitapta birçok efsaneden bahsediliyor ama ben, sadece birini yazacağım. Çünkü diğerlerini de yazarsam yazım çok uzayacak. :) Uzun yazıları okumayı da kimse sevmiyor. Deneyimle öğrendim artık.
İşte o efsanelerden biri: Mimar Rade tarafından yapılan köprüyü, su perisi daima baltalamış, gündüz yapılan yerleri, gece bozmuş. Böyle olunca da köprü yapımı bir türlü ilerleyemiyormuş. Sonunda Drina'nın azgın akan bol köpüklü sularından bir ses yükselmiş ve Mimar Rade'ye demiş ki; "Stoya (dur) ve Ostoya (kal) adlı biri erkek, biri kız ikiz kardeş bulup onları ortadaki sütunların içine koyup örersen bu yap-boz işi durur." Bunun üzerine tüm Bosna'da Stoya ve Ostoya adlı ikiz kardeşler aranmaya başlamış. Bulup getirene ödüller vadedilmiş. En sonunda seymenler ücra bir köyde yeni doğmuş ikiz iki kardeşi bulup, zorla getirmişler. Anneleri de ikizlerin ardından düşmüş yollara ama nafile. İkizleri duvarın içine örmüşler diye efsane sürüp gitmiş. Halk, çok kolay masal uydurur ve onu çok kolaylıkla yayar.
Peki efsaneye kaynak olan gerçekler nelerdi? Osmanlı kafilesinin başında bulunan Abid Ağa, Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa'nın güvendiği biri ve sağ koludur. Sert ve acımasızlığıyla tanınan ağa, köprü yapımı için sadrazam tarafından kendisine verilen ödeneği zimmetine geçirir ve yöre halkının yanı sıra yoldan geçen yabancıları da zorla toplatarak inşaatta bedava çalıştırır. Bedava çalışmaktan bıkan köylülerden birkaçı kendi aralarında anlaşarak, gündüz yapılanları gece yıkmaya karar verirler. Köylülerin içinde bulunan Radisav adlı ufak tefek bir adam bu işi üstlenir ve arkadaşlarına şöyle der; "Sal neyimize yetmez? Gece gidip yapılan işleri bozacağız ve bunu perilerin yaptığını, Drina'nın üstünde bir köprü kurulmasını istemediklerini ortalığa yayacağız. Bir kere bunu deneyeceğiz. Çünkü başka çaremiz kalmadı." Ve iki gece anlaştıkları gibi ırmak üzerinde salla ilerleyerek gizlice yapılan yerleri yıkarlar. Abid Ağa, yapılanların yıkıldığını görünce deliye döner ve bunu yapanların yakalanmasını emreder. Üçüncü gün, Radisav yakalanır. Arkadaşlarının adını vermesi için Radisav'a korkunç işkenceler yaparlar ama o isim vermez. Bunun üzerine Abid Ağa, Radisav'ın kazığa geçirilmesini ve ölüsünün de köpeklere atılmasını emreder. Yazar, bu kazığa geçirilme safhalarını en ince ayrıntısına kadar anlattığı için okuyucu da dehşet uyandırmayı başardığını söyleyebilirim. Bence kazığa oturtma işlemini yazar gereksiz yere çok uzatmış. Belki de bilerek böyle yapmıştır. Radisav'ın arkadaşları ölüsünün köpeklere atılmaması ve Hristiyan adetlerine göre gömülebilmesi için cellat olan çingeneye büyük bir rüşvet vererek Radisav'ın cesedini alırlar ve uzakta bir yere gömerler. Bu gizlice gömülme işleminden sonra da başka bir efsane doğar.
İkiz bebeklerin sütunlara gömüldüğü yolundaki efsanenin gerçeği ise şöyle: Gündüz yapılan işlerin gece bozulmasını perilerin istediği masalı ortalığa yayılmıştır. O sırada Vişegrad'ın üst tarafında bulunan bir köyde, hizmetçi olarak çalışan kekeme ve aptal bir kız hamile kalır. Kimden hamile kaldığını bilmeyen bu kızın durumunun meydana çıkması, o zamana kadar duyulmamış, görülmemiş bir şeydi. Kızcağız kendi başına bir arsada doğum yapar. Bebekleri ikizdir ama ölü doğmuştur. Köylü kadınlar ölü doğan bu bebekleri bir erik ağacının altına gömerler. Anne olmayı çok isteyen ve bundan yoksun kalan kadıncağız, bebeklerinin öldüğüne inanmaz ve her yerde onları aramaya başlar. Onun bitmek tükenmek bilmeyen sorularından kurtulmak için, işaretle ona, çocukları Türkler tarafından yapılan köprüye götürdüklerini anlatırlar. Kadıncağız da köprünün oradan ayrılmaz olur ve çalışanlara hiç durmadan bebeklerini ne yaptıklarını sorar. Önceleri işçiler tarafından kovulup köprüden uzaklaştırılan kadını daha sonra kendi haline bırakırlar. İşte efsane böyle doğar.
Abid Ağa'ya gelince, iki yıldan sonra, sadrazam tarafından görevden azledilir ve zimmetine geçirdiği paralar kuruşuna kadar geri alınır. Canının bağışlanması karşılığında da ailesiyle birlikte parasız pulsuz uzak bir yere sürgüne gönderilir. Yerine çalışkan ve dürüst Arif Ağa atanır. Ağa hiç kimseyi bedava çalıştırmaz, çalışanların ücretini düzenli olarak öder ve köprü ile kervansaray tamamlanır. Yazar, Abid Ağa'nın yaptıklarını sadrazama ulaştıran ve anlatan kişinin Mimar Tosun Efendi olduğunu ima ederek, zalim ve acımasız yöneticilerin yanı sıra dürüst ve çalışkan yöneticilerin de varlığını anlatmaya çalışır.
Not: Bu kitaptan öğrendiğime göre, Türkçe birçok kelime aynen Sırpçaya geçmiş. Hem de anlam kayması olmadan.
Drina Köprüsü görseli; aa.com.tr'den alındı.