ILGAZ DAĞI MİLLİ PARKI'NDA KAR YÜRÜYÜŞÜ
Karlı, buzlu bir Ankara sabahının gün doğmadan önceki alacakaranlığı. Hava ayaz mı ayaz. Sokaklarda in cin top oynuyor, sokak lambalarının ışığı altında. Telefonumun zil sesiyle sıcacık yatağımdan fırladım. Böyle yapmazsam tekrar uykuya dalabilirdim çünkü. Hazırlanıp bir an önce evden çıkmam gerek. Ilgaz Dağı Milli Parkı'nda kar yürüyüşü yapmak için erkenden yola koyulacağız. Yol uzun, üstelik karlı da olacak, meteorolojinin bildirdiğine göre. Zaman çok değerli, kaybetmeye gelmez.
Öncelikle, sabahın seherinde beni yollara düşüren, kar kış, yağmur çamur, rüzgar sıcak demeden doğada yürümeye iten nedenleri açıklamak istiyorum, merak edenler için. :)
Doğa yürüyüşü yapmamın en önemli nedeni, doğayı, dağları çok sevmem ve temiz dağ havasına olan özlemim. Kentte yeterince soluyamadığım oksijeni, dağlarda, yaylalarda doyasıya solumak. Üstelik soluduğum oksijen bedava. Keşke depolayabilsem ama şimdilik bu mümkün değil. Bedava demişken Orhan Veli'nin "Bedava yaşıyoruz, bedava / Hava bedava, bulut bedava / Dere tepe bedava / Yağmur çamur bedava" diye başlayan şiirini nasıl hatırlamayayım? Gerçekten de doğada, doğal ortamda üstümüzde bulunan paranın hiçbir hükmü yok. Vahşi doğa paranın geçersiz olduğu tek yer. Bu yanını sevmiyor da değilim doğrusu.
Pek çoğumuz bilmez ama oksijenin vücudumuzda çok önemli bir görevi daha var, diğerlerinin yanında. Nobel ödüllü Dr. Otto Warburg, yaptığı araştırmalarda kanserin oksijen yetersizliğinden olduğunu tesbit etmiş ve bu araştırmasıyla 1931 yılında Nobel almış. Dr. Warburg araştırma sonucunu şöyle özetlemiş: " Oksijen yetersizliği vücutta asidik bir ortam yaratıyor. Kanser hücreleri oksijensiz yaşadıkları için asidik ortamda gelişiyor. Oksijenin fazla olduğu alkali bir ortamda yaşamaları ise mümkün olmuyor. Normal hücreler oksijene ihtiyaç duyar. Fakat kanser hücreleri oksijensiz yaşayabilir. Hatta bir hücrenin oksijeninin %35'ini kesin, 48 saat içinde kanserleşebilir."(cnnturk.com)
Düşünüyorum da 87 yıldır var olan bu araştırma sonucunu dünyada kaç kişi biliyor? Acaba biri veya birileri tarafından bu çok değerli bilgi özellikle mi saklanıyor insanlardan? İlaçlarını satabilmek ve devasa karlar elde edebilmek için laboratuvarlarda yeni mikroplar üreten ya da yeryüzünden silinmiş hastalık mikroplarını gün yüzüne çıkaran büyük ilaç firmalarının bu gizlilikte payı var mıdır? Evcil hayvanların kansere yakalandıklarını biliyorum. Peki, doğal ortamında yaşayan vahşi hayvanlarda kansere yakalanma oranı nedir? Neden küçük çıkarlar için oksijen kaynağı olan büyük ormanlar yok ediliyor? (Palm yağı üretimi için yağmur ormanlarının korkunç bir hızla yok edilmesi sadece bir örnek.) Soruları çoğaltabiliriz ama ya cevaplar? Üstünde düşünmek gerek!
Kendimden biliyorum, doğada yürümek, hem bağışıklık sistemimizi, hem de vücudumuzu ve zihnimizi güçlendiriyor. Bilimsel olarak kanıtlandı ki; doğa yürüyüşü vücudumuzdaki mutluluk hormonlarının hepsini aktive ediyor. Ayrıca, yetişkinler için bir yararı daha var; yaşlılığı geciktiriyor. Plastik cerrahlara çuvallar dolusu para dökmeye gerek yok. Doğada "gençlik aşısı" bedava. :)
Elbette doğa yürüyüşünün riskleri de var, diğer sporlarda olduğu gibi. Ancak, diğer sporlardan farklı olarak doğada yürümek her an bir sürprizle karşılaşma olasılığını da taşır. Örneğin; yürüyüşe başladığımızda günlük güneşlik olan hava, yükseldikçe birden değişebilir ve doluya, yağmura dönüşebilir. Biz yürüyüşçülere göre, "kötü hava yoktur, kötü giyinme vardır." Doğanın sürprizlerine hazırlıklıyızdır yani.
Tüm bu nedenlerle doğada yürümek, bir tutkuya dönüştü benim için. Darısı yürümeyenlerin başına. :)
İşte yine bir pazar sabahı bu tutkumu gerçekleştirmek üzere Ankara Hiking Grubu ile saat 07.30'da yola çıktık. Araç içinde çay-kahve ve sandviç ikramı yapıldı. Yol karlı ve buzlu olduğundan oldukça yavaş hareketle ancak saat 12.00'de Ilgaz Milli Parkı'na giriş yapabildik. Hazırlıklarımızı(tozluk giyinme, batonları ayarlama v.s.) tamamladıktan sonra 2048 metre rakımlı Kazançal Tepe'ye doğru tırmanışa geçtik. İnce ince kar yağıyordu. Kayak merkezine kadar yoldan yürüdük. Buzlu yol üstüne yağan toz kar yolu kayganlaştırmıştı. Kar botlarıyla bile ara sıra kaydım. Yoldan ayrılıp ormana girdiğimizde kar yüksekliği 40-50 cm idi. Yükseldikçe görüş açısı genişlediğinden manzaranın güzelliği büyüleciydi. Ufka kadar her taraf bembeyazdı. Sarıçam ve göknar ağaçlarından oluşan ormanın yeşil örtüsü, paha biçilmez beyaz dantellerle süslenmiş gibiydi. Beyazlara bürünmüş orman öylesine temiz, aydınlık bir görüntü sergiliyordu ki, "Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler" diyen Özdemir Asaf sanırım Ilgaz'ı görmemişti. Sanki bu beyazlık dünyanın tüm kirlerini örtmüştü, kusurları örten gece gibi. Bu nedenle kar ve geceyi severim ben.
Zirveye yaklaştığımızda, doğa yürüyüşlerinde hiç aklımdan çıkarmadığım ve bana özgürce hareket etme olanağı sağlayan Nietzsche'nin sözüne kulak verdim: " Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle rahat hissederiz ki" diyen. Nietzsche'den aldığım güçle içimdeki çocuğu koyverdim gitti; kar meleği oldum, kar çizmesi yaptım, dallardaki karı silkeledim ve şarkılar söyledim kimsenin duymadığı...
Zirvede bulunan ahşap yağmur sığınağında, ki her tarafından kılıç kadar keskin buzlar sarkıyordu öğle yemeğimizi yedik, dinlendik. Terimiz soğumadan inişe geçtik. Tipi başlamıştı. Sert esen rüzgarla birlikte altı köşeli kar kristalleri keskin bir bıçak gibi yüzüme çarparken yüz felci geçirebilirim düşüncesiyle ilk kez korktum. Yüzümü kapatamadım, boynuma doladığım atkı donmuştu, beremden sarkan saçlarım da. 90-100 cm'ye ulaşan kar yüksekliğinde yürümenin zorluğu da cabası. Elli metre sonra üşüyen parmak uçlarımın acısından batonları tutamayıp sürüklemeye başladım. Aşağıya indikçe tipinin şiddeti azaldı, parmak uçlarım ısındı ama yüzüm yamulmuştu sanki.
Dört saatlik yürüyüşün ardından kütük eve vardığımızda sıcacık çaylar ve mis gibi kokan kahveler bizi bekliyordu. Yanmaktan ziyade tüten sobanın ısısı ancak kendine yetiyordu ama olsun en azından içerideydik. Dışarıdan bakıldığında pek bir şeye benzemeyen kütük evin içinin geniş olması şaşırtıcıydı. Mangalda köfte, sucuk ve tavuklar kızarırken içeride canlı gitar eşliğinde eğlence başlamıştı bile. Yürüyenler, yürümeyenler pistten inmediler bir saat boyunca. Ben, elimde kahvem şömine başında anın keyfini çıkarmaktaydım.
Yemeğimizi yedikten sonra aracımıza binip Ankara'ya doğru yola çıktık. Biz gidiyoruz diye üzülen hava yeniden kar yağdırmaya başlamıştı. Yollar kapanmadan ana yola varmalıydık, vardık da. Bir sonraki hafta yapılacak etkinliğe katılmak üzere mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir şekilde döndüm evime...Kemal Sayar'ın dediği gibi: "Saatlerini doğanın ve iç dünyalarının çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler, hayatı uzun bir şimdi ve yekpare, geniş bir an olarak yaşayabilenler, "içime çektiğim hava değil, gökyüzüdür." diyebilenler, eve mutlu dönüyor."
Ne dersiniz siz de mutlu döndünüz mü evinize?
Etkinliği düzenleyen ve bu etkinlikte yaşadığım heyecanı ve güzellikleri ileride torunlarıma(olursa tabii) anlatma olanağı sağlayan Ankara Hiking yöneticisi ve rehberimiz Nedim Yılmaz'a çok teşekkür ederim. Ayrıca fotoğraflarımı çekerek yaşadığım anları ölümsüzleştiren arkadaşım Serdar Bey'e çok teşekkürler. O olmasaydı elimde tek bir kare fotoğrafım olmayacaktı. Benim telefonum insan gibi; onunla sıkıldıkça konuşabiliyorum, çok akıllı ama insan kadar dayanıklı değil. Soğuğu hissettiği an kendini savunmak adına donuyor. Ancak ısındığında açılıyor yeniden. :)
Ve yürüyüşe katılan tüm arkadaşları kutluyorum, cesaretlerinden dolayı. Zor bir yürüyüşü başarıyla tamamladılar.
Yazım uzun oldu farkındayım ve tümünü okumanız için bir ormana bestelenmiş en güzel müziği paylaşıyorum, ki müzik eşliğinde okurken sıkılmayasınız. :)
Yorumlarınızı blog altına yazmayı unutmayınız lütfen.
Öncelikle, sabahın seherinde beni yollara düşüren, kar kış, yağmur çamur, rüzgar sıcak demeden doğada yürümeye iten nedenleri açıklamak istiyorum, merak edenler için. :)
Doğa yürüyüşü yapmamın en önemli nedeni, doğayı, dağları çok sevmem ve temiz dağ havasına olan özlemim. Kentte yeterince soluyamadığım oksijeni, dağlarda, yaylalarda doyasıya solumak. Üstelik soluduğum oksijen bedava. Keşke depolayabilsem ama şimdilik bu mümkün değil. Bedava demişken Orhan Veli'nin "Bedava yaşıyoruz, bedava / Hava bedava, bulut bedava / Dere tepe bedava / Yağmur çamur bedava" diye başlayan şiirini nasıl hatırlamayayım? Gerçekten de doğada, doğal ortamda üstümüzde bulunan paranın hiçbir hükmü yok. Vahşi doğa paranın geçersiz olduğu tek yer. Bu yanını sevmiyor da değilim doğrusu.
Pek çoğumuz bilmez ama oksijenin vücudumuzda çok önemli bir görevi daha var, diğerlerinin yanında. Nobel ödüllü Dr. Otto Warburg, yaptığı araştırmalarda kanserin oksijen yetersizliğinden olduğunu tesbit etmiş ve bu araştırmasıyla 1931 yılında Nobel almış. Dr. Warburg araştırma sonucunu şöyle özetlemiş: " Oksijen yetersizliği vücutta asidik bir ortam yaratıyor. Kanser hücreleri oksijensiz yaşadıkları için asidik ortamda gelişiyor. Oksijenin fazla olduğu alkali bir ortamda yaşamaları ise mümkün olmuyor. Normal hücreler oksijene ihtiyaç duyar. Fakat kanser hücreleri oksijensiz yaşayabilir. Hatta bir hücrenin oksijeninin %35'ini kesin, 48 saat içinde kanserleşebilir."(cnnturk.com)
Düşünüyorum da 87 yıldır var olan bu araştırma sonucunu dünyada kaç kişi biliyor? Acaba biri veya birileri tarafından bu çok değerli bilgi özellikle mi saklanıyor insanlardan? İlaçlarını satabilmek ve devasa karlar elde edebilmek için laboratuvarlarda yeni mikroplar üreten ya da yeryüzünden silinmiş hastalık mikroplarını gün yüzüne çıkaran büyük ilaç firmalarının bu gizlilikte payı var mıdır? Evcil hayvanların kansere yakalandıklarını biliyorum. Peki, doğal ortamında yaşayan vahşi hayvanlarda kansere yakalanma oranı nedir? Neden küçük çıkarlar için oksijen kaynağı olan büyük ormanlar yok ediliyor? (Palm yağı üretimi için yağmur ormanlarının korkunç bir hızla yok edilmesi sadece bir örnek.) Soruları çoğaltabiliriz ama ya cevaplar? Üstünde düşünmek gerek!
Kendimden biliyorum, doğada yürümek, hem bağışıklık sistemimizi, hem de vücudumuzu ve zihnimizi güçlendiriyor. Bilimsel olarak kanıtlandı ki; doğa yürüyüşü vücudumuzdaki mutluluk hormonlarının hepsini aktive ediyor. Ayrıca, yetişkinler için bir yararı daha var; yaşlılığı geciktiriyor. Plastik cerrahlara çuvallar dolusu para dökmeye gerek yok. Doğada "gençlik aşısı" bedava. :)
Tüm bu nedenlerle doğada yürümek, bir tutkuya dönüştü benim için. Darısı yürümeyenlerin başına. :)
İşte yine bir pazar sabahı bu tutkumu gerçekleştirmek üzere Ankara Hiking Grubu ile saat 07.30'da yola çıktık. Araç içinde çay-kahve ve sandviç ikramı yapıldı. Yol karlı ve buzlu olduğundan oldukça yavaş hareketle ancak saat 12.00'de Ilgaz Milli Parkı'na giriş yapabildik. Hazırlıklarımızı(tozluk giyinme, batonları ayarlama v.s.) tamamladıktan sonra 2048 metre rakımlı Kazançal Tepe'ye doğru tırmanışa geçtik. İnce ince kar yağıyordu. Kayak merkezine kadar yoldan yürüdük. Buzlu yol üstüne yağan toz kar yolu kayganlaştırmıştı. Kar botlarıyla bile ara sıra kaydım. Yoldan ayrılıp ormana girdiğimizde kar yüksekliği 40-50 cm idi. Yükseldikçe görüş açısı genişlediğinden manzaranın güzelliği büyüleciydi. Ufka kadar her taraf bembeyazdı. Sarıçam ve göknar ağaçlarından oluşan ormanın yeşil örtüsü, paha biçilmez beyaz dantellerle süslenmiş gibiydi. Beyazlara bürünmüş orman öylesine temiz, aydınlık bir görüntü sergiliyordu ki, "Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler" diyen Özdemir Asaf sanırım Ilgaz'ı görmemişti. Sanki bu beyazlık dünyanın tüm kirlerini örtmüştü, kusurları örten gece gibi. Bu nedenle kar ve geceyi severim ben.
Zirvede bulunan ahşap yağmur sığınağında, ki her tarafından kılıç kadar keskin buzlar sarkıyordu öğle yemeğimizi yedik, dinlendik. Terimiz soğumadan inişe geçtik. Tipi başlamıştı. Sert esen rüzgarla birlikte altı köşeli kar kristalleri keskin bir bıçak gibi yüzüme çarparken yüz felci geçirebilirim düşüncesiyle ilk kez korktum. Yüzümü kapatamadım, boynuma doladığım atkı donmuştu, beremden sarkan saçlarım da. 90-100 cm'ye ulaşan kar yüksekliğinde yürümenin zorluğu da cabası. Elli metre sonra üşüyen parmak uçlarımın acısından batonları tutamayıp sürüklemeye başladım. Aşağıya indikçe tipinin şiddeti azaldı, parmak uçlarım ısındı ama yüzüm yamulmuştu sanki.
Yemeğimizi yedikten sonra aracımıza binip Ankara'ya doğru yola çıktık. Biz gidiyoruz diye üzülen hava yeniden kar yağdırmaya başlamıştı. Yollar kapanmadan ana yola varmalıydık, vardık da. Bir sonraki hafta yapılacak etkinliğe katılmak üzere mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir şekilde döndüm evime...Kemal Sayar'ın dediği gibi: "Saatlerini doğanın ve iç dünyalarının çevrimine ayarlayanlar, güneşi ve gökyüzünü görebilenler, hayatı uzun bir şimdi ve yekpare, geniş bir an olarak yaşayabilenler, "içime çektiğim hava değil, gökyüzüdür." diyebilenler, eve mutlu dönüyor."
Ne dersiniz siz de mutlu döndünüz mü evinize?
Etkinliği düzenleyen ve bu etkinlikte yaşadığım heyecanı ve güzellikleri ileride torunlarıma(olursa tabii) anlatma olanağı sağlayan Ankara Hiking yöneticisi ve rehberimiz Nedim Yılmaz'a çok teşekkür ederim. Ayrıca fotoğraflarımı çekerek yaşadığım anları ölümsüzleştiren arkadaşım Serdar Bey'e çok teşekkürler. O olmasaydı elimde tek bir kare fotoğrafım olmayacaktı. Benim telefonum insan gibi; onunla sıkıldıkça konuşabiliyorum, çok akıllı ama insan kadar dayanıklı değil. Soğuğu hissettiği an kendini savunmak adına donuyor. Ancak ısındığında açılıyor yeniden. :)
Ve yürüyüşe katılan tüm arkadaşları kutluyorum, cesaretlerinden dolayı. Zor bir yürüyüşü başarıyla tamamladılar.
Yazım uzun oldu farkındayım ve tümünü okumanız için bir ormana bestelenmiş en güzel müziği paylaşıyorum, ki müzik eşliğinde okurken sıkılmayasınız. :)
Müziği dinliyorum,�� artık mistik bir bakışım var Ilgaz'a
YanıtlaSilChopin Ilgaz'ı görseydi bu harika bestesini Ilgaz'ın sarıçam ve göknar ormanlarına ithaf ederdi eminim. :) Teşekkürler Serdar Bey.
SilHarika bir yazı..bir an kendimi o şanslı gurubun içinde hissettim...teşekkürler paylaşımınız için...
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Özer Bey. Sizin suluboya peyzajlarınız da doğanın güzelliğini aratmıyor bence.
SilSadece doğayı karı sevmek yetmiyor olumsuzluklara karşın yürüyebilmektir mücadele etmektir doğa sever olmak.Umarım bu ruhu koruyabilir,
YanıtlaSilherşeye rağmen varım diyebilme gücünü ve kararlılığınızı koruyabilirsiniz.Kaleminize sağlık. .Devamını beklemektedir.
Çok teşekkür ederim. Umarım dediğiniz gibi olur. :)Çünkü;
SilBir kuşu dilinden hiç öpmedim
Belki bir gün öpebilirim
Belki bir gün rüzgar olurum ben de
Eserim başakların üzerinden
Kalbim bir yaz gününe karışsın isterim
Bir kuş cıvıltısında doğmak için yeniden.
Ataol Behramoğlu
Ne dersin canım kardeşim,bir kuş cıvıltısında doğabilir miyim yeniden? Sevgiler.
Kesinlikle,siz doğmuşunuz zaten.Önemli olan farkında olmak,güzellikleri görebilmek ve bu güzelliklerle donatmaktır ruhunu.Asıl olan Asil olmaktır yeniden doğmak.İyiki varsınız,ruhu güzel insan.
SilYazınız uzun fakat anı yaşamayanlar için o anları yaşatmakla kalmayıp bir çağrı gelenler için anının tekrarını yaşatmak şeklinde olmuş. Bunca yazım uğraşınıza okumadan kayıtsız kalmamız olmazdı. Teşekkürler.
YanıtlaSilBen teşekkür ederim, Gültekin Bey.
Silhttp://ankarahiking.com/gecmis-etkinlikler/
YanıtlaSilSayfamıza bu güzel yazınızı ekledim. Yüreğinize sağlık.
Çok teşekkür ederim Nedim Bey. Mutlu oldum. Nice doğa yürüyüşlerine, sağlıkla.
Silyürüyüşü ne güzel kaleme almışsınız, sayenizde tekrar yaşadım. ayrıca samimi yol arkadaşlığınız için de teşekkür ederiz
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Feyzan Hanım.
SilYazıda müzikte güzel.Tebrikler...
YanıtlaSilTeşekkür ederim Ahmet Bey.
Silyazılarınızı bekleriz..
YanıtlaSilkeyifli yazılara ..