GÖLCÜK YAYLASI'NDA SONBAHARI KARŞILAMA
Sonbahar - ki, acının değişmez dipnotudur- demiş şair. Bana göre hüznü de eklemeliydi acının yanına. Ne zaman Eylül gelse, düşen sarı sarı yapraklar, masmavi gökyüzünün griye dönüşmesinin ardından dökülen bulutların göz yaşları, benliğimden atamadığım bir hüzün çökertir içime. İçsel duygulanımı ortaya çıkarır sonbaharda renk değişimine uğrayan doğa. Sanırım "idil", "eglog" diye adlandırılan pastoral şiir bu mevsimde keşfedilmiş olmalı.
Mevsimler, canlıların yaşam döngüsünü hatırlatır bana; ilkbahar doğum, yaz büyüme, sonbahar gelişme, kış ise ölümdür. Doğanın dört mevsimi, insanın dört farklı yaş aralığını simgeler sanki. Simgem sonbahar oluncada; Nazım'ın dizelerini anmadan geçemeyeceğim:
Hava puslu,soğuk
Kırlar koyu kırmızı
Saman sarısı, ölü yeşil
Kış gelmek üzere oysaki gönül
Kışa girmeye hazır değil.
Bu düşünceler arasında gidip gelmenin bana bir yararı yoktu. En iyisi "hazan"la yüzleşmek, içimden geçenleri sessizce yüzüne fısıldamak. Bunun için doğaya gitmeliyim, ağaçlarla konuşup, düşen yapraklara "söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım" demeliyim. Onlar beni anlarlar. "Beni anlamak için; konuştuklarımdan çok, sustuklarıma kulak verirler"* çünkü. Biliyorum...
23 Eylül Pazar sabahı hava yarı karanlıkken kalktım ve erkenden yola çıktım, Bolu'nun o çok sevdiğim yaylalarına gitmek için. Muhtelif duraklardan arkadaşları topladıktan sonra yola koyulduk. Yol uzun sayılırdı. Böylece araçta uyuyabilirdim ve uyudumda. Kahvaltı molasından sonra yola devam ettik. Nihayet, saat 10.30'da Sarıalan Yaylası'na vardık ve hazırlıklarımızı tamamlayıp yürümeye başladık. Heyecanlıydım, çünkü ilk kez bu parkurda yürüyecektim. Yayladan yaylaya(dört yayla) yürüyerek terk edilmişlik hissi veren boş yayla evlerine kısa bir süreliğine de olsa sahiplik edecektim.
Yumuşak bir tırmanışla yükselmeye başladık, sonbaharın o can yakmayan güneşi altında. Orman içi patikalardan geçtikçe ve sık çam ağaçlarının arasından ilerledikçe sonbaharla ilgili negatif düşüncelerim uçup gitmişti bile. Her bir yan yemyeşildi çünkü. Sarı mı? Yalnızca birkaç çiçek.
En yükseğe ulaştığımda durdum ve çevreyi incelemeye başladım. Göz alabildiğine uzanan yeşil dağların mavi ufuk çizgisiyle birleştiği yere baktığımda ise sanki beni, "geriye bakarak ileriye yürüyemezsin" diye uyardılar. Uyarıyı benden başka duyan var mıydı acaba? Yoksa ben, doğayla iç içe olmaktan aldığım keyifle, doğa filozoflarına mı öykünmeye başlamıştım?
Ah! Homeros, her şey senin başının altından çıkmadı mı? Sen, "İlyada" ve "Odysseia" yı yazmasaydın ilahları; insanlar gibi bencil, çıkarcı ve kindar olarak göstermiş olmasaydın ve bu cesur adımı atmasaydın ilk filozoflar çıkar mıydı insanlık sahnesine? Hem de bu topraklarda. Miletos Üçlüsü'nün(Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes) fikir babası sen değil misin? Bu üçlü senin sayende varoluş üzerine düşünmediler mi? Farklı ancak asgari müşterekte birleştikleri teoriler üretmediler mi? Soruların cevaplarını sen göremedin ama insanlık yaşayarak gördü: Onların ortaya attıkları teoriler doğru olmasa da kendilerinden sonra gelen düşünürlere ışık oldular. Bu ışık; gerçeği, tabiatüstü güçler yerine, doğal olguların yardımıyla anlamlandırmaya çalışmalarıydı. Onlar, farklı bakış açılarıyla doğada gözlemler yaparak kendi düşüncelerini korkmadan dile getirmeselerdi ve sen Homeros hiç yaşamamış olsaydın Doğa Filozofları hiçbir teori ortaya atmamış olsaydı, belki de bugün 21. yüzyılda hala mitsel düşüncenin egemenliği altında varlığımıza devam ediyor olurduk. İşte bu nedenle, ulaşabildiğim en yüksek noktadan sana ve Doğa Filozofları'na selam gönderdim en içten sevgilerimle. Ve dedim ki kendi kendime:
"Geçmişi unut
Koy bir kenara
Yeni bir sayfa aç
Kurtar benliğini dünden
Bugünün çocuğu ol"**
Doğada yürümek, tüm bedenimiz gibi beynimizi de çalıştırır, yaratıcılığımızı artırır, ruhumuzu besler ve insanı şair, ressam, yazar hatta filozof yapar. Doğa filozofu olmaya ne dersiniz? :)
Sonra,yürümeye devam ettim; geçmişi bir kenara koyarak. Yabani nane ve kesilmiş çam tomruklarından fışkıran keskin kokular öylesine güçlüydü ki başka hiçbir şey düşünmeden bu güzel kokuları içime çektim. Etrafımı saran güz çiğdemlerine ellerimle dokundum, bir kelebeğin peşinden koştum, yere düşen bir yaprağı sevgiyle okşadım. Bugünün çocuğu olmuştum bile. Yaşamak, nefes almak güzeldi. Ve bu anı hiç terk etmek istemedim. Ama hayatta olduğu gibi, her çıkışın bir inişi vardı. İnmeye başladık.
15,50 kilometrelik yürüyüşün sonunda Gölcük Yaylası'na ulaştık. Kavun ikramı, çay ve kahve keyfinden sonra aracımıza binerek, büyük şehrin kirlilik, gürültü, kargaşa dolu yaşamına geri dönmek için yola koyulduk. Ama olsun, başka bir hafta sonu yine kaçacaktım şehirden; yaşamdan ve doğadan güzel bir gün çalmak için. Güzel şeyleri çalmak hırsızlık sayılmaz değil mi? :)
Keyifle yürüdüğüm bu cennet rotayı keşfeden ve bu keşfini bizimle paylaşan rehberimiz Halil Yiğit'e, Alternatif Trekking ve Ata Kafka Tur'un yöneticisi Teoman Bulduk'a, ayrıca yürüyüşe katılan doğasever arkadaşlarımın dostluklarına çok teşekkürler.
Not:
Kışın, karlar altında bu rotanın büyüleyici olacağını düşünüyorum. Kışın tekrar yürümek üzere.
BONUS (Vivaldi - Autumn)
* Nazım Hikmet - Üç Noktalar Koymaz Bana
**Mevlana Celaleddin-i Rumi
Mevsimler, canlıların yaşam döngüsünü hatırlatır bana; ilkbahar doğum, yaz büyüme, sonbahar gelişme, kış ise ölümdür. Doğanın dört mevsimi, insanın dört farklı yaş aralığını simgeler sanki. Simgem sonbahar oluncada; Nazım'ın dizelerini anmadan geçemeyeceğim:
Hava puslu,soğuk
Kırlar koyu kırmızı
Saman sarısı, ölü yeşil
Kış gelmek üzere oysaki gönül
Kışa girmeye hazır değil.
Bu düşünceler arasında gidip gelmenin bana bir yararı yoktu. En iyisi "hazan"la yüzleşmek, içimden geçenleri sessizce yüzüne fısıldamak. Bunun için doğaya gitmeliyim, ağaçlarla konuşup, düşen yapraklara "söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım" demeliyim. Onlar beni anlarlar. "Beni anlamak için; konuştuklarımdan çok, sustuklarıma kulak verirler"* çünkü. Biliyorum...
23 Eylül Pazar sabahı hava yarı karanlıkken kalktım ve erkenden yola çıktım, Bolu'nun o çok sevdiğim yaylalarına gitmek için. Muhtelif duraklardan arkadaşları topladıktan sonra yola koyulduk. Yol uzun sayılırdı. Böylece araçta uyuyabilirdim ve uyudumda. Kahvaltı molasından sonra yola devam ettik. Nihayet, saat 10.30'da Sarıalan Yaylası'na vardık ve hazırlıklarımızı tamamlayıp yürümeye başladık. Heyecanlıydım, çünkü ilk kez bu parkurda yürüyecektim. Yayladan yaylaya(dört yayla) yürüyerek terk edilmişlik hissi veren boş yayla evlerine kısa bir süreliğine de olsa sahiplik edecektim.
Yumuşak bir tırmanışla yükselmeye başladık, sonbaharın o can yakmayan güneşi altında. Orman içi patikalardan geçtikçe ve sık çam ağaçlarının arasından ilerledikçe sonbaharla ilgili negatif düşüncelerim uçup gitmişti bile. Her bir yan yemyeşildi çünkü. Sarı mı? Yalnızca birkaç çiçek.
Ah! Homeros, her şey senin başının altından çıkmadı mı? Sen, "İlyada" ve "Odysseia" yı yazmasaydın ilahları; insanlar gibi bencil, çıkarcı ve kindar olarak göstermiş olmasaydın ve bu cesur adımı atmasaydın ilk filozoflar çıkar mıydı insanlık sahnesine? Hem de bu topraklarda. Miletos Üçlüsü'nün(Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes) fikir babası sen değil misin? Bu üçlü senin sayende varoluş üzerine düşünmediler mi? Farklı ancak asgari müşterekte birleştikleri teoriler üretmediler mi? Soruların cevaplarını sen göremedin ama insanlık yaşayarak gördü: Onların ortaya attıkları teoriler doğru olmasa da kendilerinden sonra gelen düşünürlere ışık oldular. Bu ışık; gerçeği, tabiatüstü güçler yerine, doğal olguların yardımıyla anlamlandırmaya çalışmalarıydı. Onlar, farklı bakış açılarıyla doğada gözlemler yaparak kendi düşüncelerini korkmadan dile getirmeselerdi ve sen Homeros hiç yaşamamış olsaydın Doğa Filozofları hiçbir teori ortaya atmamış olsaydı, belki de bugün 21. yüzyılda hala mitsel düşüncenin egemenliği altında varlığımıza devam ediyor olurduk. İşte bu nedenle, ulaşabildiğim en yüksek noktadan sana ve Doğa Filozofları'na selam gönderdim en içten sevgilerimle. Ve dedim ki kendi kendime:
"Geçmişi unut
Koy bir kenara
Yeni bir sayfa aç
Kurtar benliğini dünden
Bugünün çocuğu ol"**
Doğada yürümek, tüm bedenimiz gibi beynimizi de çalıştırır, yaratıcılığımızı artırır, ruhumuzu besler ve insanı şair, ressam, yazar hatta filozof yapar. Doğa filozofu olmaya ne dersiniz? :)
Sonra,yürümeye devam ettim; geçmişi bir kenara koyarak. Yabani nane ve kesilmiş çam tomruklarından fışkıran keskin kokular öylesine güçlüydü ki başka hiçbir şey düşünmeden bu güzel kokuları içime çektim. Etrafımı saran güz çiğdemlerine ellerimle dokundum, bir kelebeğin peşinden koştum, yere düşen bir yaprağı sevgiyle okşadım. Bugünün çocuğu olmuştum bile. Yaşamak, nefes almak güzeldi. Ve bu anı hiç terk etmek istemedim. Ama hayatta olduğu gibi, her çıkışın bir inişi vardı. İnmeye başladık.
15,50 kilometrelik yürüyüşün sonunda Gölcük Yaylası'na ulaştık. Kavun ikramı, çay ve kahve keyfinden sonra aracımıza binerek, büyük şehrin kirlilik, gürültü, kargaşa dolu yaşamına geri dönmek için yola koyulduk. Ama olsun, başka bir hafta sonu yine kaçacaktım şehirden; yaşamdan ve doğadan güzel bir gün çalmak için. Güzel şeyleri çalmak hırsızlık sayılmaz değil mi? :)
Keyifle yürüdüğüm bu cennet rotayı keşfeden ve bu keşfini bizimle paylaşan rehberimiz Halil Yiğit'e, Alternatif Trekking ve Ata Kafka Tur'un yöneticisi Teoman Bulduk'a, ayrıca yürüyüşe katılan doğasever arkadaşlarımın dostluklarına çok teşekkürler.
Not:
Kışın, karlar altında bu rotanın büyüleyici olacağını düşünüyorum. Kışın tekrar yürümek üzere.
Kartalkaya/Bolu
BONUS (Vivaldi - Autumn)
* Nazım Hikmet - Üç Noktalar Koymaz Bana
**Mevlana Celaleddin-i Rumi