28 Mayıs 2018 Pazartesi




AMİN MAALOUF'UN DOĞU'DAN UZAKTA KİTABINDAN 10 ALINTI





Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf'un romanı Doğu'dan Uzakta, kaderin ve tarihin acımasız kıskacında terk ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın hikayesini anlatıyor. Ortadoğu coğrafyasının yaşadığı kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunları çok çarpıcı bir şekilde anlattığı kitabını beğeniyle okudum ve kitaptan alıntıladığım bölümleri sizlerle paylaşmak istedim. İşte alıntılar:


"Bana, bizim Doğu Akdeniz böyledir, değişmez, hizipler, iltimas, rüşvet, edepsiz bir nepotizm her zaman olacak, buna alışmaktan başka bir seçeneğimiz yok deyip duruyorlar. Bütün bunları reddettiğim için de kibirli olmakla hatta hoşgörüsüzlükle suçlanıyorum. Ülkesinin bu arkaik yapıdan biraz olsun çıkmasını, yozlaşmanın ve şiddetin azalmasını istemek kibir sayılabilir mi? Üstünkörü bir demokrasi ve hep kesintiye uğrayan bir iç barışla yetinmek istememek kibir veya hoşgörüsüzlük diye algılanabilir mi? Eğer öyleyse kabul, günahı boynuma, ben kibirliyim ve onların faziletli tevekkülünü lanetliyorum." (s:63)

" Dikkat edin:Siz siyasetle uğraşmazsanız, siyaset sizinle uğraşır. Kaynaklara göre, Fransız Devrimi'yle çağdaş iki farklı yazara atfedilmişti: Biri Royer-Collard, diğeri Başrahip Sieyes'ti." (s:98)

" Her ne olursa olsun, ben senin dindaşlarını eleştirmiyorum, benimkiler daha beter. Onlar dağa sadece dua edip tefekküre dalmak için çıkmıyorlar...Ben, bugün dinin her yere sokulmasına ve her şeyin onunla gerekçelendirilmesine öfkeleniyorum. Böyle giyiniyorum, çünkü dinim böyle istiyor. Şunu veya bunu yiyorum, çünkü dinim böyle istiyor. Arkadaşlarımı terk ediyorum ve hiçbir izahat verme ihtiyacı duymuyorum, çünkü dinim çağırıyor. Dini her işe karıştırıyorlar ve ona hizmet ettiklerini sanırken, aslında kendi ihtirasları veya kendi delice hevesleri için dini kullanıyorlar." (s:241)

"Din elbette önemli, ama aileden, arkadaşlıktan, sadakatten daha önemli değil. Ahlakın yerine dini geçiren insanların sayısı durmadan artıyor. Sana caiz olandan ve olmayandan, mübahtan ve mekruhtan söz edip sözlerini alıntılarla destekliyorlar. Bence neyin dürüstlüğe veya adaba uygun olduğuyla uğraşsalar daha iyi ederler. Bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçları kalmamış gibi davranıyorlar." (s: 242)

"Ben inançlı ve dindar bir aileden geliyorum. Büyük dedem Osmanlı sultanları zamanında şeyhülislammış. Bizimkiler her ramazanda mutlaka oruç tutmuşlardır. Bu doğal bir şeydi, kendiliğinden yapılırdı, mühim bir mesele sayılmazdı. Günümüzde oruç tutmak yetmiyor,herkese oruç tuttuğunu göstermek ve tutmayanları da göz hapsine almak gerekiyor." (s:242)

"Bir gün insanlar hayatlarını fazlasıyla işgal eden dinden bıkacaklar ve kötülerin yanına iyileri de katarak her şeyi inkar edecekler." (s: 242)

"Yenikler her zaman kendilerini masum kurbanlar olarak göstermek eğilimindedirler. Ama bu gerçeğe tam uymaz, hiç de masum değildirler. Yenildikleri için suçludurlar. Kendi halklarına, kendi medeniyetlerine karşı suçludurlar. Sadece yöneticilerden değil, benden, senden, hepimizden bahsediyorum. Bugün tarihin mağluplarıysak, hem kendi gözümüzde hem de tüm dünyanın gözünde aşağılanmış durumdaysak, bu sadece başkalarının değil, öncelikle bizim suçumuzdur." (s: 322)

"Din konunun bir unsuru sadece. Bence din sorun da değil, çözüm de. Ama içini rahatlatmamı da bekleme. Etrafımızda olup bitenler beni rahatsız ediyor. Tepeden tırnağa örtünmüş tüm o kadınları, sarıklı şahsiyetlerin devasa fotoğraflarını ve şu sakal ormanını seyretmek hoş mu sanıyorsun?" (s. 322)

"Evet haklısın, tarihçi konuşuyor. İnsanlar her çağda, kendi düşüncelerinin sonucu olduğuna inandıkları görüşler dile getirir ve duruşlar benimser, halbuki bunlar aslında 'çağın ruhu'ndan kaynaklanır. Bu tam anlamıyla bir kader sayılmaz, istersen önünde kolay durulamayacak aşırı güçlü bir rüzgar diyelim." (s: 323)

"Bir dalın üzerine tünemiş ve ağacın dibinde duran yılandan gözlerini ayıramayan kuşları duymuşsunuzdur herhalde? Uçsalar kurtulacaklar, ama uzuvları artık onlara itaat etmiyor ve doğrudan yırtıcı hayvanın ağzına düşüyorlar." (s: 399)

Güzel ülkemde üzülerek gözlemlediğim ahlaki çöküşü ve günbegün artan bir istekle cehaletin prim yapmasını kabullenemiyorum. Ve düşünüyorum ki; coğrafya da, çağın ruhu da kader olamaz bu kadim millet için...





24 Mayıs 2018 Perşembe



ST.  PAUL YOLU(AZİZ PAULUS) YÜRÜYÜŞÜMDEN NOTLAR


                                    
"Aylaklık, acelesi olan insanın hüküm sürdüğü dünyada bir terslik gibi gözükür. Zamanın ve yerin tadını çıkarma olan yürüyüş bir kaçış, modernliğe bir naniktir.Çılgın yaşam ritimlerimiz içinde bir kestirme yoldur, mesafe almaya elverişli bir etkinliktir." (*)

Ben de kentte durup aylaklık edeceğime, modernliğe bir nanik yapmayı yeğleyip, 18-20 Mayıs tarihleri arasında yapılacak olan St. Paul yürüyüşüne katılmaya karar verdim. 


St. Paul adını ilk kez, Stefan Zweig'in yazdığı "Joseph Fouche' "nin  biyografisinde okumuştum. Zweig, dönekler için şöyle bir cümle yazmıştı: "Devrimci Saulus birdenbire hümanist Paulus oluverir. Çarçabuk karşı tarafa geçer." Ne demek istediğini anlamak için  sayfa altındaki  çevirenin dip notunu okumam gerekti. Notta şöyle yazıyordu: "Yahudi'yken ilk Hristiyanlara zulüm yapması ile tanınan Saul, Şam'daki Hristiyanları katletmek için yola çıktığı gün bir hayal görür ve bundan etkilenerek önce Hristiyan, sonra da Hz. İsa'nın havarilerinden biri olur, Pavlus adını alır.Hz. İsa'nın ölümünden sonra onun öğretisini benimseyen ve Hristiyanlığın bir Yahudi mezhebi olmaktan çıkıp bir dünya dinine dönüşmesine önemli katkısı olmuştur." (**)

St. Paul(Aziz Paulus) kimdir?

St. Paul'u tanımadan, yaptıklarını bilmeden onun yürüdüğü antik yollarda yürümek normal doğa yürüyüşü olurdu -ki bu yürüyüş öyle değil- diye düşündüğümden, yola çıkmadan önce, hakkında bir araştırma yaptım. Araştırma sonucundan  kısaca söz etmeliyim. Aziz Paul aslında Anadolu topraklarının çocuğu. Kilikya'dan Tarsuslu bir yahudi. Yani Tarsus'ta doğmuş. Aziz Pierre ile birlikte erken Hristiyan misyonerlerinin en ünlüsü ve hatta en etkilisi olarak kabul edilen Aziz Paul'un doğum yeri olan ve aynı zamanda yaptığı tüm yolculuklarda uğradığı, ilk Hristiyanlık topluluklarını oluşturduğu yerleşimlerin büyük bölümü Türkiye sınırları içerisindedir. Hristiyanlığın Kudüs'ten Anadolu'ya buradan da Avrupa'nın içlerine yayılmasında en büyük pay kuşkusuz Aziz Paul'undur. Günümüzün en modern ulaşım araçlarıyla bile aylar sürecek olan yolları, karşılaştığı birçok zorluğa rağmen takip etmekten vazgeçmemiş, Hz. İsa'nın öğretilerini gece gündüz demeden korkusuzca yaymış, Roma'nın aşırı tepkisine ve sonunda ölüme gidecek kaderini bilmesine rağmen yolunu terk etmemiştir. Suriye, Kıbrıs ve Yunanistan'da da yolculuklar yapmışsa da kuşkusuz en çok vakit geçirdiği ve öğretilerini yaydığı, en güney ucundan en batısına kadar neredeyse tamamını dolaştığı yer Türkiye'dir.

Hz. İsa'nın 12 havarisinden olmamasına rağmen Küçük Asya(Anadolu) havarisi olarak adlandırılmasının nedeni de Hristiyanlık yolunda verdiği bu hizmetlerdir. 

Aziz Paul'un hayatı ve Anadolu'da yaptığı yolculuklara ilişkin bilgilere Yeni Ahit'in Elçilerin İşleri bölümünde yer verilmiştir. Kendisine Hz. İsa'nın göründüğü 9. bölümden sonrası Aziz Paul'un Hz. İsa adını yaymak için giriştiği yolculuklar ve çektiği sıkıntılarla ilişkilidir ve bu yolculukların büyük bölümünde Türkiye'deki kentlerin adı geçmektedir.

Aziz Paulus, farklı yıllarda üç ayrı rota izleyerek Anadolu'da kurduğu kiliseleri denetlemek ve Hristiyanların ne durumda olduklarını gözlemlemek için zorlu yolculuklara çıkar. Üçüncü yolu(M.S. 53-57) Jerusalem'e(Kudüs) gelerek tamamlar.

Jerusalem'de (Kudüs), Roma askerleri tarafından tutuklanır ve yargılanır. Ve Aziz Paul'un dördüncü ve son yolculuğu başlar (M.S. 59-69). Yargılama sonrası deniz yoluyla İtalya'ya, ardından kara yoluyla Taverns üzerinden Rome'ye (Roma) getirilir ve Rome'de hapse atılır. Daha sonra da M.S. 64 veya M.S. 67 yılında idam edilir. Böylece, Aziz Paul'un ilki Antakya'dan başlayan ve yıllar süren yolculukları da sona erer. (***)

İşte böylesine önemli olan antik bir yolda yürüyecek olmanın  heyecanını duyumsayarak 17 Mayıs gece yarısı yola çıktık. Sabah erken saatlerde vardığımız Sütçüler'e bağlı Kasımlar köyünde serpme köy kahvaltısı yaptıktan sonra çadırlar kuruldu, pansiyona yerleşildi. Sonra aracımıza binerek yürüyüşe başlayacağımız Tota-Kasımlar etabının başlangıç noktasına gittik. Hazırlıklarımızı tamamlayıp yürüyüşe başladık.

1. Gün: Tota- Kasımlar Etabı (17,5 km)

Hava güneşliydi. Tota Dağı tüm heybetiyle karşımızda duruyordu. Henüz dağın eteklerinde yürürken rotanın yabanıllığı kendini hissettirmeye başlamıştı. Sanki el değmemiş, kuş uçmaz kervan geçmez bir coğrafyada yürüyordum. Çevrede ne bir yerleşim yeri vardı, ne de insana dair bir iz. Böyle düşünüp yürürken Tota dağının eteklerinden uzaklaştık. Kısa bir nefes molasında, keçilerini otlatan bir çobanla karşılaştım. Çoban kadındı. Ayaküstü sohbet ettik. Adının Nuran olduğunu öğrendiğim bu güzel insan ayrılırken bana; "Seni çok sevdim. Kendine iyi bak. Kaybolursan beni ara." dedi. Ama nasıl arayacağımı söylemedi. :) Ben, o gün Nuran Çobanda Aziz Paul'un ruhunun varlığını hissettim; sanki onun ruhu dağlara, taşlara, ağaçlara, otlara sinmişti ve de çobana. Dağda tek başına keçilerini otlatan bu cesur ve  yardımsever kadına hoşça kal demeden önce bir de fotoğraf çektirdik.


Photo: Serdar 










Gün akşama dönmeden 17,5 kilometrelik yürüyüşümüzü tamamlayıp köye döndük. Üstümde hem yolun, hem de orta zorluktaki parkurun yorgunluğu vardı, uykusuzluk da cabası. Akşam yemeğinden sonra dinlenmek üzere gruptan ayrıldım.

2. Gün: Kesme - Kasımlar Etabı (18 km)

Sabah kahvaltıdan sonra aracımızla 30 km yol yapıp Kesme köyüne ulaştık. Oldukça büyük bir köydü. Köylüler gül tarlalarında gül topluyorlardı. İlk kez gül tarlaları görüyordum. Kozmetik sanayinde ve gül reçeli yapımında kullanılan bu güllerin hepsi açık pembe renkliydi, farklı bir renk göremedim. Bir tane gül kopardım ve kokladım. Gülün kokusunun güzelliğini tarif edemem. Isparta güllerinin neden bu kadar ünlü olduğunu daha iyi anladım; gülün özelliği şeklinde değil, kokusundaydı...

Yürüyeceğimiz parkur zordu, üstelik hava çok sıcaktı ve nem vardı. Bu durum havayı daha da ağırlaştırıyordu. Kesme köyden alışverişimizi yapıp tırmanışa başladık. Daha fazlasını taşıyamayacağım için iki litre su aldım. Nasıl olsa yol üstünde su kaynağı vardır diye düşündüm. Yürüyüş sonunda yanıldığımı anladım. :) 

Sürekli tırmanıyorduk açık arazide. İşaretlerin yer yer silindiğini gördüm. Tek başına, rehber almadan yürüyenler için kaybolma riski olabilir. Bu nedenle işaretlerin yenilenmesi gerek. Tırmandıkça değişik bir coğrafyaya geçiş yaptık sanki. Kayaların oluşumları ilginçti ve bazılarında ağaçlar ve kayalar iç içe geçmişti, öyle ki kaya mı ağaçtan önce vardı, yoksa ağaç mı kayadan önce ikilemi yaşadım gördüklerim karşısında. O anda Ralph Emerson'un sözü geldi aklıma; "Doğa ve kitaplar, onları görebilen gözlere aittir." Doğa, benim gözlerime aitti ve gözlerim bu manzarayı daha önce de görmüştü. Bafa Gölü'nden Latmos Dağı'na tırmanırken "Jurasic Park"a benzettiğim o coğrafyanın bir benzeriydi sanki.

















Yürüyüşün başlarında acele edip hızlı yürümek isteyenlerle, manzaranın keyfini çıkara çıkara yürümek ve fotoğraf çektirmek isteyen arkadaşlar arasında bir kopukluk oluştuysa da rehberimiz sorunu çözdü. :) Ben, tabii ki acelesi olmayan grubun içindeydim. Çünkü şuna inanıyordum: "Yürüyüşçünün acelesi yoktur ve zamana yenik düşmez. Öteki yol alma biçimlerini değil, bunu seçmişse, takvim karşısında egemendir, toplumsal ritimler karşısında bağımsızdır..." (****)

Parkur boyunca su kaynağı ve yerleşim birimi yoktu. Suya ancak, yürüyüşümüzün sonuna doğru kavuştuk. Suyu buz gibi akan çeşmeden kana kana su içtik, 550 yaşındaki çınarın gölgesinde dinlendik ve köye doğru son tırmanışımıza geçtik. Köye vardığımızda hepimiz bitap düşmüştük.

Bugün 19 Mayıs'tı ve sabah araçta marşlar söyleyerek  kutladık, Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramımızı. Ben de bu zorlu yürüyüşümü Atatürk ve silah arkadaşlarına adadım. Onların, güzel ülkemin düşman işgalinden kurtulabilmesi ve bağımsızlığı  için yaptıkları fedakarlıkların, karşılaştıkları engellerin yanında benim yorgunluğumun esamisi bile okunmazdı. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, vatan uğrunda ölen tüm şehitlerimizi sevgi, saygı ve rahmetle anıyorum bir kez daha...

3. Gün: Sağrak - Adada Antik Kenti Etabı (10,5 km)

Yürüyüşümüzün son gününde Adada antik kentini gezip, Kral Yolu'nda yürüyecektik. Adada, Isparta Sütçüler ilçe kara yolu üzerinde yer alan antik bir kent. Kentin kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte şehrin adı ilk kez M.Ö. 2. yüzyılda Termessosla Adada arasında yapılan bir anlaşma metninde geçmektedir. Roma İmparatorluk döneminde, özellikle İmparator Traianus, Hadrianus ve Antoninus Pius dönemleri Adada'nın en parlak dönemleridir. Kentte tabanı taş döşeli bir antik yol, Traianus Tapınağı, İmparatorlar Tapınağı, İmparatorlar ve Zeus Megistos - Serapis Tapınağı yer alır. Ayrıca bazilika, yönetici binası, forum ve tiyatro da  bulunmaktadır. Antik tiyatronun taşlarında oturup tarihe zihinsel bir yolculuk yapmak harika bir duyguydu benim için. Antik kentten çıkıp patikadan ilerlediğimizde karşımıza Bizans Bazilikası çıktı. 500-600 metre sonra, patika sona erdi ve Aziz Paul'un da yürüdüğü kesme taşlarla döşeli Kral Yolu'na vardık. Bu yolda yürürken kanyon manzarasının güzelliğini izlemekten önüme bakamaz oldum. Oysa yer yer taşlar arasında bulunan boşluklara dikkat edilmezse ayak burkulabilir, kayabilir ve kanyona yuvarlanabilirsiniz, ki ben bu konuda çok başarılıyım. :) Kral Yolu, severek yürüdüğüm,  bitmesini istemediğim yollardan biri oldu...


rotamisparta.com

Yolun sonunda Sağrak Köyü'ne vardık ve bizi bekleyen aracımıza binip Eğirdir'e doğru yola koyulduk. Göle yakın bir yerde yemek yedikten sonra eve dönüş- daha doğrusu kentin stresli ve kaotik ortamına- yolculuğumuz başladı.

St. Paul Yolu, yabanıllığı nedeniyle Likya Yolu'ndan daha ilginç ve çekici geldi bana. Pansiyon sahibinin söylediğine göre bu yolu yürümek için en çok İsrailli turistler geliyormuş. Seneye baharda bu yolun Perge etaplarını yürümek isterim. Duyurulur... Yürümek, benim için sıradan bir eylem değil,  bilinçli bir tercihtir. Aynı zamanda Le Breton'un dediği gibi; "Yürüyüş dünyaya açılmadır. İnsanı mutlu yaşam duyguları içinde yeniden oluşturur. Tam bir duyumsallık isteyen derin düşünmenin etkin bir biçimine sokar insanı. İnsan bazen yürüyüşten değişmiş olarak döner ve çağdaş yaşamlarımızda ağır basan ivediliğe boyun eğmekten çok zamanın keyfini çıkarmaya eğilimli hisseder." Her yürüyüş sonunda, aynı duyguları paylaşıyorum Le Breton'la. Siz de dünyaya açılmak, değişmek, acelesiz ve telaşsız yaşayarak, dünyadan ve zamandan kendinize düşen payı artırmak istiyorsanız durmayın!  Haydi, hep birlikte doğa yürüyüşlerine gidelim... 







  







Kral Yolu



Kaynaklar:

(*) David Le Breton, Yürümeye Övgü, Sel Yayınları, 2008

(**) Stefan Zweig, Joseph Fouche - Bir Politikacının Portresi,(s: 63)

(***) ispartakulturturizm.gov.tr'den tarafımca derlendi.

(****) David Le Breton, Yürümeye Övgü (s:23)


16 Mayıs 2018 Çarşamba




MAVİ HUYDUR BENDE




Hayat hiç mavi yerinden vurmadı..

Çünkü ben maviyi beyazı koruyan masumiyet olarak tanırım,

Karanlığı görünür kılan bir renktir mavi, öyle bilirim..

Sürükleyendir, bitmeyendir..

Mavi olarak anlatmalıyım her şeyi...

Kaldırın başınızı gökyüzüne, görmek istediğinizi değil gördüğünüzü söyleyin bana!

Yaşamın ta kendisidir mavi..

Belkide sadece bu yüzden ölmeye değil..

Yaşamaya mahkum edilmiştir..

Maviyi soruyordun, gözlerimden yüzüme yayılan maviyi mi?

Bir renk değildir mavi huydur bende

Ve benim yetinmezliğimdir

Ve herkesin yetinmezliğidir belki denecektir ki bir süre

Ve denenecektir

Bir akşamüstünü düşünmek, bir akşamüstünü düşünmekten başka nedir ki?

Gönül gözü görendedir, derinler mavidir...

Edip Cansever



Görsel: Artem RHADS, ArtStation.




13 Mayıs 2018 Pazar




YEMİNİ İLE DOKTORLARIN VİCDANI OLDU
HİPOKRAT (M.Ö. 460-377)


Üzerinde haç şeklinde Hipokrat yemininin işlenmiş olduğu 12.yüzyıl Bizans yazması


Kim derdi ki, M.Ö. 460 yılında İstanköy'de (Kos Adası) doğan Hipokrat'ın (Hippocrates) adı, ölümünden binlerce yıl sonra bile, dünyanın dört bir yanında, doktorların mesleğe bağlılıklarını gösteren yemin ile birlikte kulaklarda çınlayacak. Babası da bir hekim olan Hipokrat, Taşoz, Abdera (Güney Trakya), Larissa (Çanakkale-Ezine civarında) ve Kyzikos'ta ( Balıkesir-Erdek civarı) baba mesleğini devam ettirmiş ve bir süre sonra İstanköy'e dönerek, ölene kadar burada hekimlik yapmıştı. Anlayacağınız üzere, tarihe Tıbbın Babası olarak ismini yazdıran Hipokrat, üzerinde yaşadığımız toprakların insanı. Bu topraklar, ki ne filozoflar ne düşünürler ne biliminsanları yetiştirmiştir...

Yunanlı bilge, döneminin iki önemli tıp ekolünden biri olan ve hastalıklar söz konusu olduğunda insan vücudunu bir bütün olarak ele alan Kos ekolünün en önemli ismi olmuştu. Diğer bir ekol olan Knidos (Datça) ise, belirli hastalıklar üzerinde yoğunlaşıyor ve teşhise dönük çalışıyordu. Hipokrat, geride bıraktığı ve kendi adını taşıyan külliyatı Hipokrat yazıları (Corpus hippocraticum) ile bu şöhretini haksız yere kazanmadığını gösteriyordu. 

O çok ünlü yemine de beşiklik eden Hipokrat külliyatına gelirsek; bunların antik Yunan'dan kalma yaklaşık yetmiş kadar tıbbi yazıttan oluştuğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar "Bunların hepsi Hipokrat tarafından mı kaleme alındı?" sorusunun cevabı havada kalmış olsa da, uzmanlara göre, külliyatın bir kısmı Hipokrat'ın, kalanı ise takipçilerinin elinden çıkmıştır.

Tıbbi uygulamaların ahlakına dair ufuk açıcı bir belge ve Hipokrat Külliyatının en önemli parçası olarak kabul edilen Hipokrat Yemini, her ne kadar son zamanlarda orijinalliği tartışılmaya başlansa da , Hipokrat'ın günümüz tıbbına yaptığı en büyük katkı olarak kabul edilir.

Bugün ölümünün üzerinden neredeyse 2 bin 500 yıldan fazla zaman geçti ama Hipokratsız bir tıp jargonu hayal bile edilemiyor. Tıp tarihçisi Fielding Garrison'a göre Hipokrat'ın ölümünden sonra belli bir dönem tıp dünyası bir fetret devri yaşamış; bu bunalım, bir başka Yunan hekim Galen'in (M.Ö 200-129) Hipokrat Tıbbı'nı standartlaştırması ile aşılmıştı. Orta Çağ'da Araplar Hipokrat'ın yöntemlerini adapte etti.

NOTLAR

* İstanköy'de (Kos) doğdu, burada hekim oldu ve burada öldü.

* Hastalıkların tedavisinde temizliğin ve dinlenmenin önemine dikkat çekti.

* İnsan vücudunun içindeki kan, lenf ve safra gibi sıvıların (dört unsur olarak bilinir) dengesinin bozulması ile vücut dengesinin bozulduğunu ve hastalıkların baş gösterdiğini savundu.

* Hastalıkların doğaüstü olayların değil, çevre faktörlerinin sonucu ortaya çıktığını savunan ve zatürre, epilepsi (sara) hastalıklarının belirtilerini ilk tanımlayan hekim oldu.

* Düşünce ve duyguların kalpten değil, beyinden kaynaklandığı fikrini ilk ortaya atan isim oldu.

* Egzersiz ve dinlenme ile birçok hastalığın önüne geçilebileceğini savundu.

* Adı ile anılan Hipokrat Yemini, kendisi tarafından değil, büyük bir ihtimalle öğrencilerinden biri tarafından M.Ö 5. yüzyılda kaleme alındı.

* Yunanlı filozoflar Platon ve Aristo'da kendisinden büyük hekim diye bahsetmiş, külliyatı yaklaşık yirmi asır kadar tıp dünyasına ışık tutmuştu.


Kaynak:

Ali Çimen - Tarihi Değitiren Bilginler (Popüler Tarih)
s:19-25
Bilgiler adı geçen kaynaktan tarafımca derlenmiştir.


Görsel: cafrande.org web sitesinden alınmıştır.


4 Mayıs 2018 Cuma




ANKARA TİFTİK KEÇİSİNİN YURT DIŞINA KAÇIRILMA  ÖYKÜSÜ



1220 yıllarında, Moğol ordularının Kayı boyunu, Süleyman Şah'ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarmasının ardından, Anadolu'ya gelerek yerleşen Türkmenler beraberlerinde tiftik keçisini de getirmişlerdi. 70 yıl sonra Osmanlı Devleti'ni kuracak olan Osman Bey, tiftik keçisini Anadolu'ya getiren Süleyman Şah'ın torunuydu. Süleyman Şah 1229'da ölünce, oğulları Kayseri'den Ankara'ya kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleştiler ve bu bölgeyi yurt edindiler. O günden başlayarak Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokudu. Türklerin dokuduğu tiftik  kumaşın ünü Ankara'dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi dünyada Ankara Keçisi(Angora Goat) adıyla anılmaya başladı.

Tıpkı ipek kumaş gibi, Osmanlı ekonomisinin bel kemiği ve en çok gelir getiren dışsatım ürünüydü tiftik kumaşı. 1554'te bir çift Ankara keçisi bir 'hanedan hediyesi' olarak Kutsal Roma İmparatorluğu'na gönderilmişti. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa'ya ve Arap ülkelerine satılan Osmanlı tiftik kumaşına öyle büyük bir talep vardı ki, gün geldi Anadolu tiftik kumaşı üretimi, Avrupa'nın kumaş talebini karşılayamaz oldu. Bunun üzerine Avrupa, 'bize işlenmiş tiftik kumaşı satmak yerine, işlenmemiş ham tiftik yünü verin biz kendimiz dokuyalım ya da bize damızlık Ankara keçileri satın' diyordu. Osmanlı'nın dünyadaki Ankara tiftik keçisi ve tiftik kumaşı tekelini kırmaya yönelik bu çabalar karşısında Sultanlar, işlenmemiş ham tiftik dışsatımına yasak koymuşlardı. Kalitesiyle rekabet edemediği Osmanlı tiftik kumaşı, Avrupa'lı kumaş üreticilerinin en büyük sorunu olmuş, Avrupalılar Osmanlı topraklarından damızlık Ankara keçisi kaçırma girişimlerine başlamışlardı. Öyle ki, Osmanlı'nın kuruluşunun üzerinden neredeyse 300 yıl geçmişken İngiltere 1583'te Türk dokumacılığının sırlarını çalmakla görevlendirdiği ajanlar gönderiyordu. Bu ilginç olay Sadri Ertem'in Çıkrıklar Durunca adlı kitabında detaylı bir şekilde ve belgeyle anlatılmaktadır. Bu belgede: "26 Şubat 1583 tarihinde Sir William Harborne tekrar İstanbul'a geldi. Bu kez kraliçenin korumasında bir ticaret kuruluşunun bir temsilcisi olarak değil, tam yetkili bir İngiliz Elçisi olarak gelmişti. Kraliçe Elisabeth, politik faaliyetlerinin yanısıra Elçi'nin Türkiye'de bazı ticari ve teknik olguları öğrenmesini ve İngiltere'ye getirmesini istiyordu. Bu konular ve işlevler şunlardı...diye başlıyor ve Kraliçe'nin bu İngiliz Elçisi'ni Osmanlı topraklarına bir kumaş, iplik, boyama ve dokuma sanayii casusu olarak gönderdiğini gösteren buyruklarını sıralıyordu."

14 madde halinde sıralanan bu buyruklardan 4'ü şunlardı:
1-Türkiye'de kumaşları maviye boyamada kullanılan çivit otunun tohumu(anile) ve fidanı İngiltere'ye getirilecek.
2- Türkiye'de kumaş boyamakta kullanılan bütün otlar, yaprakları, tohumları veya kabukları, yahut odunu boyacılıkta kullanılan bütün ağaçların tohumu veya fidanı, bu işte kullanılan bütün bitkiler ve çalılar İngiltere'ye getirilecek.
3- Boyacılıkta kullanılan maddelerden başka, boyama sanatı da öğrenilecek.
4- Cezayir ve Tunus için yapılan şapkalarımız için pazar aranacak. Çünkü halkımıza büyük kazanç sağlayabilir.

Hamit Dereli'nin 1951 yılında yayımlanan "Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler ve İngilizler" adlı kitabında ise şöyle yazıyordu :
"Buna benzer diğer birçok belgelerden anlıyoruz ki, o dönemde Türkiye'de dokumacılık ve boyacılık sanatları pek ilerlemişti. Onaltıncı yüzyılda İngilizlerin bütün çabası kumaşlarını ve boyalarını ıslah etmek, satışlarını artırmak, kendi sanayi ürünleri için geniş pazarlar bulmak üzerine yoğunlaştırılmıştı.
................
Yine bu belgelerden birinde İngiliz ticaret temsilcisine Cezayir ve Tunus'da 'Bonettos Colorados Rugios'(kırmızı renkli başlık) adı verilen kenarsız bir tür kırmızı İskoç başlığı için Türkiye'de pazar bulması buyruğu veriliyordu. Bundan şu soru akla geliyor: Acaba fes İngilizler tarafından mı Türk ülkelerine getirilmiştir? Fes kelimesinin sözcük kökeni bakımından Kuzey Afrika'daki Fez şehriyle ilgili olması, bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir."

Kraliçe Elizabeth'in 1583'te  elçiye verdiği 'Türklere kenarsız kırmızı bir tür İskoç şapkası = Fes giydirme buyruğunu İngilizler 250 yıl boyunca  unutmamışlar ve sonunda 1832'de, II. Mahmut döneminde Türklere bunu giydirmeyi başarmışlardı.

Kraliçe'nin Osmanlı'ya gönderdiği elçiye verdiği görevler arasında, Türk dokumacılık bilgi ve teknolojisinin çalınmasından başka, iki Türk kumaş boyama ustasının ne pahasına olursa olsun İngiltere'ye getirilmesi de vardı.

Yalnız İngiltere değil, bazı Avrupa ülkeleri de Ankara keçisinin peşine düşmüşlerdi. Şöyle ki:

1711'de güneybatı Almanya'da Pfalz bölgesinde bir Ankara keçisi çiftliği kurma girişimi keçilerin iklime uyumsuzluğu nedeniyle başarısız olurken, 1740'ta Ankara keçisinin İsveç'e götürülme girişimi önlenmiş ve 1778'de Venedikliler Ankara keçisi besiciliğinde -yine iklim uyumsuzluğu nedeniyle- düş kırıklığına uğramışlardı. Osmanlı dünyanın en pahalı tiftik kumaşı tekelini kıskançlıkla koruyor, yabancıya işlenmemiş ham madde ve damızlık keçi satmamakta direniyordu. İngilizler, gizlice kaçırmayı planladıkları damızlık Ankara keçilerinin dünyada uyum sağlayabileceği iklimi araştırmış ve bu keçilerin Ankara'dan başka Güney Afrika'da yaşayabileceklerini saptamışlardı.

Ancak, James Watt'ın 1765'te İngiltere'de icat ettiği buhar makinesinin 1785'te Edmond Cartwright ve 1790'da Richard Arkwright tarafından buharlı dokuma tezgahına dönüştürülmesinin ardından, İngiltere'de ip eğirme ve kumaş üretiminde kol gücünün yerini buharlı makinelerin almaya başlaması, İngiliz malı ucuz fabrika işi kumaşların gümrük duvarlarına yığılarak yerli kumaş üretimini tehdit etmesi sorunuyla karşı karşıya bırakmıştı Osmanlı'yı. Osmanlı'da ise dokumacılık eski usul el tezgahlarında yapılmaya devam ediyordu. Acaba, göz nuru, alın teri olan bu Osmanlı tiftik kumaşları, ucuz fabrika kumaşlarıyla rekabet edebilecek miydi?

Osmanlı Dokumacılığının Sonu

1800'lerin başında yerli iplik ve kumaş üretimi, İngilizlerin fabrika ürünleri tarafından tehdit edilirken, bir taraftan da 1789 Fransız Devrimi'nden kaynaklanan etnik ayrılıkçı akımlarla başı derde giriyordu Osmanlı'nın.

1837'de, 18 yaşındaki Victoria, İngiltere Kraliçesi olarak tahta çıkarken, Osmanlı iç ayaklanmalar ve Mehmet Ali Paşa isyanıyla uğraşmaktaydı. Kraliçe Victoria, Fransızlarla işbirliği yapıp İngiliz mallarının Mısır ve Suriye'de satılmasını yasaklayan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'ya karşı, Osmanlı Padişahı II. Mahmut'la 1838 Balta Limanı Antlaşması imzalayarak, Osmanlı tahtının Mehmet Ali Paşa'nın eline geçmesini önlemek karşılığında, İngiliz mallarına uygulanan gümrüğü kaldırtmış ve böylece bir yandan Osmanlı pazarını ucuz İngiliz fabrika kumaşlarıyla doldurarak Türk yerli dokuma sanayisini yok etmeye yönelirken, bir yandan da ham tiftik ve damızlık tiftik keçisinin yabancılara satışını önleyen yasakları delmişti.

1838 Balta Limanı Antlaşması'ndan sonra, İngiliz Albay Handerson Ankara'dan seçtiği damızlık tiftik keçilerini Güney Afrika'da özel olarak kurulan İngiliz çiftliklerine götürmüş, çoğaltmış ve böylelikle 1856'ya gelindiğinde İngiltere, Osmanlı'nın 1838'e dek kıskançlıkla koruduğu tiftik kumaşı tekeline son vermişti.

İşte Sadri Ertem'in "Çıkrıklar Durunca" romanı, Ankara, Bolu, Adapazarı çevresinde Ankara tiftik keçisi besiciliği ve tiftik dokumacılığıyla geçimlerini sağlayan Türkmenlerin, padişah fermanıyla İngilizlere damızlık tiftik keçisi verilmesine karşı canlarını ortaya koyarak ayaklanmalarını anlatıyordu. 

"Gavura damızlık vermek uğursuzluktur" diyen Türkmenler direnirler vermemek için. İngiliz misyoner elindeki padişah fermanına güvenerek,  Osmanlı zabitleriyle birlikte  damızlıkları zorla almaya kalkar. Bunun üzerine Türkmenler silaha sarılırlar. Haber duyulur ve silahlanan Türkmenlerin sayısı onbinlere varır. Osmanlı İngiliz'e damızlık vermeyen Türkmenlerin üzerine ordu gönderir. Üç yıl süren direniş kanla bastırılır ve İngiliz'e istediği damızlık Ankara keçileri verilir. İngiliz, isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır ve limana ulaşıp Güney Afrika'ya doğru yola çıkar.

Böylece, 1220'lerde Süleyman Şah'ın Türkistan'dan Anadolu'ya getirdiği tiftik keçileriyle, Osmanlı-Türk Tiftik Kumaş tekeli üzerinde yükselen Osmanlı İmparatorluğu, 1838'de bu tekeli İngilizlere kaptırıp elinden kaçırmakla kendi sonunu da belirlemiş oluyor ve Ankara Keçisi'ne İngiliz damgası vuruluyordu(British Angora).

Osmanlı tarihi sadece savaşlar, meydan muharebeleri tarihi değildir. Bu nedenle Atatürk, Cumhuriyet döneminde kendi kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nce yazılan ve 1931-1941 arası okullarda okutulan tarih kitabında, Osmanlı'nın Batı'ya askeri olarak üstün olduğu yüzyıllar boyunca, aynı zamanda ekonomik ve bilimsel olarak da üstün olduğu gerçeğini özellikle vurgulamış, çöküşün askeri alandan önce ekonomik, bilimsel ve teknolojik alanlarda başladığı açık ve kesin biçimde ortaya konulmuştur. İşte Ankara tiftik keçisinin öyküsü de ekonomik alanda çöküşün başlamasının hazin bir örneğidir...


Not: 1- İngilizler, sömürgeleri olan Hindistan'da Hintli dokumacıların ellerini, parmaklarını keserek el işi ip eğirme ve kumaş üretimine son vermiş, Hindistan'ın yerli dokumacılığını kanla şiddetle yok etmiş ve İngiliz malı fabrika işi kumaşlarına Asya'da pazar açmışlardı böylece.
2- Birçok ülkede mohair diye adlandırılan tiftik, bütün dünyaya yurdumuzdan yayılan Ankara keçisinin ürünüdür.


Kaynak
Cengiz Özakıncı - Türkiye'nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı, Otopsi Yayınları, 21.Basım( s:528-552) tarafımdan derlendi.