28 Mart 2017 Salı




GRUPTAN AYRILANI KANGAL KAPAR MI?




Abant gölü ve çevresinin güzelliği dillere destandır. Bu güzelliği seyretmeye doyamayan biri olarak dört mevsim her fırsatta Abant Gölü'ne giderim ve orada bulunmaktan hiç bıkmam. 

İlkbaharın son günleriydi ve ben bir pazar günü, Macera Spor Kulübü üyeleriyle birlikte yine Abant'a gittim. Hedefimiz gölün çevresini dolanıp Keltepe'ye çıkmaktı. (Keltepe, gölün çevresini kuşatan yoğun çam ormanlarının aksine adı gibi kel bir tepedir. Zirveye ulaştığınızda (1794 metre) gördüğünüz manzara eşsizdir. Çevreyi seyrederken kendinizi apayrı bir dünyada hissedersiniz. Sizin için o anlarda zaman durur adeta.) Yemyeşil orman dokusu içinde yürümeye başladık ve öğlen yemeği için yüksekçe bir alanda mola verdik. Gruba yeni katılanlar yola devam edemeyeceklerini söyleyince, grup lideri Keltepe'ye çıkmamaya karar verdi. Ama programda Keltepe'ye çıkış vardı. Bunun üzerine grup lideriyle konuştum ve öğlen yemeğimi zirvede yemek istediğimi belirttim. Zaten zirveye yaklaşık 300 metre kalmıştı. Bu mesafe az gibi görünse de dağcılar bilirler tırmanışta epey zaman gerektiren bir mesafedir. Liderin izin vermesiyle, gruptakilere benimle tırmanmak isteyen var mı, diye sordum. Kimse cevap vermeyince tek başıma tırmanmaya başladım. Maksadım gruptakilerin öğle yemeği saatinde zirveye tırmanıp daha sonra onlara yetişmekti. Yani grup yemek yerken ben tırmanacaktım. Çevre açıklıktı, her tarafı rahatlıkla görebiliyordum. Dolayısıyla bir tehlike görünmüyordu. Tabii şimdilik...Dağda her türlü hava koşuluyla karşılaşılabileceğimi, her tür tehlikenin görünmese bile bir yerlerde varolduğunu bilmenin bilinciyle zirveye ulaştım. Oturdum ve sandviçimi çıkarıp keyifle yemeye başladım. Seyrine doyumsuz manzara ve zirvede yalnızlığın keyfi eşlik ediyordu yemeğime. Gruptakiler aşağıda minnacık görünüyorlardı. Manzaraya ve kendime dalmıştım ki arkamdan gelen ardarda havlamalarla   irkildim. Nasıl olmuştu da gelenleri hiç duymamıştım. Hoş duysam ne yapabilirdim ki? Havlama sesleriyle birlikte korku sardı her bir yanımı. Biliyordum ki bu havlamalar bekçi köpeği kangaldan başkasının olamazdı. Çevrede herhangi bir sürü görmemiştim, en ufak bir çıngırak sesi duymamıştım. Varsa bir sürü çok uzaklarda olmalıydı, öyleyse köpekler niye arkamdaydı? Acaba bana çok yakınlar mıydı? Aklımda bu sorularla, çabucak ne yapmalıyım, nasıl davranmalıyım diye düşündüm. Koşmamam gerektiğini biliyordum. Ve "panik yapma, korktuğunu belli etme" dedim kendi kendime. Yavaşça ayağa kalkarak, arkama döndüm, bana çok yakınlardı yine de soğukkanlı olmaya çalışıyordum. Havlamalar artınca aşağıdan arkadaşlar ıslık çalmaya başladılar. Saldırıya uğrasam beni kurtarmaları mümkün değildi. Bunu fark ettiğim an, önde bulunan köpeğin gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladım: "Ben sizin dostunuzum, düşmanınız değil. Sizin bölgenize izinsiz girdim; ama koruduğunuz, bekçilik yaptığınız sürüye asla zarar vermem. Bunu bilin. Bölge sizin bölgeniz." dedim son derece kararlı bir sesle. Öndeki kangal havlamayı kesti; ama hemen arkadaki üstüme atlamak için bir hamle yaptı tam o anda "Sana ne oluyor, bak arkadaşın bana inandı, sen neden inanmıyorsun?" dedim, bu sefer onun gözlerinin içine bakarak. Köpek bir anda olduğu yerde durdu. Ben ayakta, onlar olduğu yerde birkaç dakika bakıştık. Havlamayı kestiler, onu hatırlıyorum; ama arkalarından bakmama rağmen nasıl ve hangi yöne gittiklerini hatırlamıyorum inanın. Yaşadığım sanki bir hayaldi; göründü ve silindi.

İnişe geçtiğimde, ilk beş-on adımdan sonra dizlerim tutmadı, yürümek istiyordum ama ayakta duramıyordum. Yani korkudan dizlerimin bağı çözülmüştü. Ve ben bunu hayatımda ilk kez yaşıyordum. Kendi kendime verdiğim cesaretlendirici telkinlerle hızla, neredeyse koşar adımla aşağıya indim. 

Gruptakiler heyecanla beni bekliyorlardı, olan biteni uzaktan da olsa görmüşlerdi. İlk soruları: "Nasıl kurtuldun?" oldu. Benim cevabım: "Onlarla konuştum ve beni anladılar, dost olduğuma inandılar." dedim. Kimisi inandı bu söylediklerime, kimisi de inanmadı. İnanmayanların doğa yürüyüşüne yeni başlayanlar ve hayvanları iyi tanımayanlar olduğunu belirtmeliyim. Birisi de dedi ki: "Eyvah koşmaya başlarsa yandı..." diye düşündüm; ama siz koşmadınız. Gerçek şu ki, evet, çok korktum; ama kangal köpeklerinin bazı özelliklerini bilmemin yararını da bu deneyimimle gördüm, yaşadım. 




Kangal köpekleri çok cesur, hızlı ve çeviktirler. Kötü niyetli kişilere karşı acımasızdırlar, kangal köpeklerinin önsezileri son derece gelişmiştir, sahiplerine ve ailelerine aşırı derecede bağlıdırlar. Sahipleri tarafından azarlanırlarsa üzülürler ve beden dilleriyle bunu anlatabilirler. Hislerini yalnız hal, hareket, mimik ve jestlerle değil, çıkardıkları çeşitli tonlardaki havlamalarla da belli ederler. Kangal köpeklerinin başlıca özelliği bu saf ırkın (kangal köpeğinin saf ırk olduğu genetik araştırmalarla saptanmıştır.)  son derece sakin yapılı ve akıllı olmalarıdır. Ancak kendilerine bekçilik görevi verildiğinde bölgelerini korumak için oldukça agresif bir yapıya bürünmektedirler. Yaşadığı bölgeyi benimseyen kangallar, kendi yaşam alanı olmayan bölgelerde saldırgan ve agresif bir tavır takınmazlar. Yapısal ve güç olarak incelendiğinde, kangal köpeklerinin son derece kuvvetli ve kaslı bir bedene sahip oldukları görülmektedir. Bu beden yapısı genetiktir. Evliya Çelebi yazdığı seyahatnamesinde kangal köpekleri için "aslan kadar kuvvetli" tabirini kullanmıştır.

İşte bu akıllı ve hisli köpeklerle konuşarak atlattığım tehlikeyi bir kez daha yaşamak istemem. Bu deneyimden çıkardığım dersler oldu elbette. Ama "Sürüden ayrılanı, kurt kapar." sözü, bunlardan biri değil! Sürü, çoğunluk diye her zaman doğru hareket edemez, her şeyi doğru bilemez, değil mi? Başında bir çoban gerek. Sürü, çobanın sürüsüdür. Koyun da koyundur; savunmasız, belki düşünemeyen, belki de korkak bir hayvan. Ayrılırsa sürüden bir koyun, bilinçsizce ayrılmadır bu, kurda yem olacağını bilmez çünkü.  

Son olarak diyebilirim ki; "Gruptan ayrılanı kangal kapmaz." Korkmayın siz koyun değilsiniz! Bilincinize, bilgi ve görgünüze güvenin ve ancak ve ancak kendi omuzlarınız üstünde yükselebileceğinize de..


Not: O günkü yürüyüşe katılanlar beni her gördüklerinde kangal köpekleri karşısındaki duruşumu hatırlar ve hatırlatırlar. :)



-Abant Gölü fotoğrafı - milliparklar.gov.tr
-Kangal köpeği fotoğrafı - vikipedi



23 Mart 2017 Perşembe




 BONSAİ VE ÖZGÜRLÜK




Başlığı okuyunca, ne alaka diyeceğinizden kuşkum yok. Ben de böyle düşünebilirdim, eğer Jean-Christophe Grange'in "KAİKEN" kitabını okumasaydım. Kitapta bonsainin yetiştirilmesine ilişkin birkaç cümleyi okurken kafamda çakan bir şimşek aklıma özgürlük metaforunu getirdi, nedense... Ha, düşüncelerime katılmayabilirsiniz; ama yine de yazımı sonuna kadar okumanızı öneririm. Hiç değilse "bonsai" hakkında bilgi sahibi olursunuz. :)

Özgürlük, adını söylerken bile insanı mutlu eden bir sözcük. Şarkılara, şiirlere, romanlara, filmlere konu olmuş, insanın uğruna savaştığı ve ondan vazgeçmektense ölümü göze aldığı sihirli sözcük aynı zamanda da.
Kime sorsanız özgürlük nedir diye, herkesten farklı cevaplar alırsınız; sanki herkesin özgürlüğü kendineymiş gibi. Çünkü özgürlük; bağlı olmamayı, dışardan etkilenmemiş olmayı, engellenmemiş olmayı, zorlanmamış olmayı gerektirir. Diğer bir deyişle; insanın kendi istemesi, kendi iradesi ile eylemde bulunabilme olanağı, insanın dıştan etkilenmeden etki yapabilmesi anlamına gelir, ki bu da tüm insanların hakkıdır. 
Abraham Lincoln'un dediği gibi; "Koyunu, kurdun elinden kurtaran çoban, koyuna göre kurtarıcı, kurda göre de özgürlüğüne engel olan bir kimsedir. Demek ki, koyunla kurdun özgürlük deyince söylemek istedikleri şeyler birbirinden değişiktir."

Özgürlükler sınırsız değildir; bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde, bizim özgürlüğümüz sona erer. Yani "özgürlük yasaların izin verdiği her şeyi yapmaktır." diyen Montesquie, özgürlüğü yasalarla sınırlarken, özgürlüğü insanın omzundaki bir yük olarak gören Jean Paul Sartre ise, ".... çünkü" der, "özgürlük kendisiyle birlikte sorumluluk, suç ve ceza getirmektedir. Buna rağmen özgürlük, yine de insan soyluluğunun biricik kaynağıdır."

Peki insan ahlaki eylemde bulunurken özgür müdür? Bu sorunun cevabını daha önce yazmıştım. İlgilenenler aşağıdaki linki tıklayarak o yazımı tekrar okuyabilirler:

http://sahriye.blogspot.com.tr/2013/12/insan-mudur-bu-soruyu-cevaplamadan-once.html


İnsan özgürlüğü bir taraftan desteklenirken, diğer taraftan toplumu oluşturan bireyler adına, yasalarla özgürlüklere sınırlamalar konulmaktadır. Tıpkı minik bonsailer gibi...

"Bonsai, özel tekniklerle ağaçların saksılar içinde budanarak ve bodurlaştırarak büyütülmesi sanatıdır. Japonca olan bu sözcük, tepsi (tabak) anlamına gelen "bon" ve bitki anlamına gelen "sai" sözcüklerinden türetilmiştir. Saksıdaki ağaç veya bitki anlamına gelir. Bonsai sanatı Japonya'ya 7-9. yüzyıllarda Çin'den gelmiştir. Çin'de Penjing adı verilen ağaç minyatürleştirme sanatının binlerce yıllık geçmişi vardır. Yalnız Penjing'in bir farkı vardır. Penjing'de bir tek saksıda bir ağaç değil, örneğin birkaç minyatür ağacın gölgesinde oturan bir köylü tasvir edilmekteydi."
(tr.wikipedia.org)


Penjing


Bonsai, yaşayan ağaçlara duyulan saygıyı ifade eden bir sanattır. Bonsailer minyatür olmalarına rağmen çevremizde gördüğümüz ağaçlardan hiçbir farkı yoktur. Küçük sırıklarla hem desteklenmiş hem de engellenmiş bonsaileri doğaya bırakırsanız hemen gelişirler ve bir daha saksılarına koyamazsınız. İşte tam da bu nedenle "bonsai" ve "özgürlük" metaforunu düşündüm. Özgürlük de, bonsai gibi değil midir? Sınırlar (engeller)  olmasa insan  özgürlüğü, ne kanun tanır ne de nizam. Bir kez raydan çıktı mı insan eski haline döndüremezsiniz, bonsailerde olduğu gibi... 


Görseller: tr.wikipedia.org





16 Mart 2017 Perşembe




 ZERDÜŞTİLİK ÜZERİNE





Anadolu coğrafyasında da müritler bulmuş kadim dinler arasında yer alan  Zerdüştilik ile ilgili basılı yayımdaki artış dikkatimden kaçmadı; kitapçı raflarında göz gezdirirken. Elime aldığım kitapları incelerken, Zerdüştilik hakkında Nietzche'nin "Böyle Buyurdu Zerdüşt"ünden başka bir bilgiye sahip olmadığımı farkettim.

Zerdüştilik desem, aklınıza ilk gelen sözcük ne olurdu? Ateş olurdu sanırım ve Zerdüştilerin ateşe taptığı. Kulaktan kulağa yayılan fısıltılarla edinilen bilgiler doğrultusunda bazen doğru bildiğimiz yanlışlar, bazen de yanlış bildiğimiz doğrular vardır elbette. Okudukça, Zerdüştilikle ilgili bilgimin ne kadar az ve bildiklerimin de neredeyse tümüyle yanlış olduğunu gördüm. İnanıyorum ki,doğruyu öğrenmek, yanlış bilmekten iyidir.. Bazen öğrenmek için öğrenci olmak, öğretmek için öğretmen olmaktan daha önemlidir. Çünkü öğrenmenin sınırı yoktur.

Zerdüştilik Nerede, Nasıl Doğdu? 

Zerdüştilik, şimdi Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Afganistan'ın birbirine yakın bölgelerini içine alan ve ismi Baktria olan, uzun zamandır tarih sahnesinde bulunmayan bir ülkede doğdu. Mevlana'nın filizlendiği ünlü Belh şehri de bu topraklar içindedir.


Map: visit-uzbekistan.com

Neredeyse tüm yorumcular Zerdüştiliğin çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçişte bir dönemeç olduğunu söylüyorlar. Tek tanrılı dinler olan Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığın kapısını açanın Zerdüşt olduğu görüşü savunuluyor. Hatta tek tanrılı dinlerin en eskisi Yahudilik gibi görünse de geçmişten bugüne en eski kayıtları bırakan ilk tek tanrılı din Zerdüştilikmiş. 
Pers İmparatoru I. Darius'un egemenliğini pekiştirdiği yıllar Zerdüştiliğin de geliştiği yıllardı. (Din meseleleri, toplumların yaşama koşullarından ve içinde bulundukları egemenlik ilişkilerinden kopuk değildir. Bir dinin yayılması, onun köklü bir din halini almasına yetmiyor. Devamlılık gerekiyor.) 

Darius ölünce yerine geçen oğlu Kserkses, Zerdüştiliğin arkasında babasının durduğu kadar güçlü durmadı. Böyle olunca, Zerdüştilik egemen olduğu devasa coğrafyada gelişimini kendi dinamikleriyle bir süre devam ettirdi, sonra durdu, ardından gerilemeye başladı. Bütün bu süre zarfında, kendisinden sonra gelecek tek tanrılı dinler için zemini uygun hale getirdi. 

Zerdüştiliğin ortaya çıktığı dönemde, bugünün Kuzeydoğu İran'ında ve öteki bölgelerinde çok sayıda tanrıya tapılıyor, onlara vahşilere özgü törenlerle kurbanlar sunuluyordu. Zerdüşt bu duruma son verilmesi gerektiğini düşündü. Topluma tevhid inancını teklif etti. Kurban adı altında kan dökülmesinden vazgeçilmesini de tavsiye etti. Başlangıçta değilse de zaman içinde etrafında sözlerine kulak verenler çoğaldı. Aynı zaman diliminde geniş bir coğrafya da egemen olmaya çalışan Darius da dağınık vaziyetteki insanları aynı devlet çatısı altında toparlamaya çalışıyordu. İki liderin çıkarları denk düştü.

O zamanlar bugünün İran'ının tamamında, Arap Yarımadası'nda ve yine bugünün Türkiye'sinin doğusunda, rahipler egemenliği hüküm sürüyordu. Mag (rahip) denilen bu ruhban sınıf, halkı yöresel bir bitkiden yaptıkları ve kutsal içki adını verdikleri uyuşturucu özelliği olan Haoma (Avesta'da sözü geçen, günümüzde botanikçilerin hangi bitkiden yapıldığını çözemediği, uyuşturucu özelliği olan bir içecek.) aracılığıyla elinde tutuyor, tanrılara adaklar adamalarını, kurbanlar vermelerini sağlıyordu. Zerdüşt işte buna bir tepki olarak ortaya çıktı. Evrenin yaratılış amacının iyilik olduğunu savundu, bunun için kötülüğe boyun eğilmemesi gerektiğini söyledi. Ona göre iyiliği, evreni yaratan Ahura Mazda temsil ediyordu. Kötülüklerin kaynağı ise Ahriman'dı. Zedüşt'ün söyledikleri her ne kadar akıllıca, insanca ve birleştirici olsa da kendi başına kalsaydı yani Darius'un bölük pörçük ulusları bir araya getirmek isteyen güçlü eli onun sesiyle birleşmeseydi, Zerdüşt'ün sözleri cılız bir haykırıştan öteye gidemezdi. Biri maddi gücü diğeri manevi bakışı büyük bu iki adam, inanılması zor genişlikte bir coğrafyada güçlü ve yekpare ses oldular.


Ne Vardı Her Şey Başlarken?

Zedüştiler bu soruya; "Ahura Mazda'nın nuru vardı" diye cevap verirler ve evrenin yaratılışını şöyle açıklarlar:
"Sonsuz gökyüzü ilk sözünü nuruyla söyledi.Uçsuz bucaksız çölün dışında, yeryüzünde bu nuru gören ne varsa dile geldi, onu selamladı. Sonra gece oldu. Güneş sustu, yıldızlar söyleşmeye başladı...Ta ki sabah oluncaya kadar...

Önce ilk insan ve ilk boğa dünyayı şereflendirdi.Altı bin yıl sürdü bu mutlu yalnızlık. Derken ilk çift yaratıldı. İlk yalan da. Angra Menyu'nun (Ahriman) günü gelmişti. Kastı kavurdu fitne fesadıyla ortalığı. Ta ki Ahura Mazda ona yeter diyene değin...Nur ve karanlık, hayat ve ölüm, doğru ve yalan...Kavga binlerce yıl sürdü..."

"Peygamber Zerdüşt, elle temas edilmeyen, kulakla duyulmayan ve gözle görünmeyen bir tanrının yeryüzündeki yegane temsilcisi olmuştu. Sonsuza kadar da öyle kalacaktı. Çünkü onun tanrısı Ahura Mazda, iyilikleri ve aklı temsil ediyordu. 

Zerdüşt yaşadığı sürece insanlara iyilik ve kötülüğün durmaksızın savaştığını öğretmişti. Savaşın bir tarafında akıllı ruha, iyi fikre ve doğru kanuna sahip Ahura Mazda, öteki tarafında bunların tersini savunan Ahriman'ın bulunduğunu anlatmıştı. Yalancı şeytan Ahriman, durmaksızın insanların kafasına girip, onları Ahura Mazda'dan uzaklaştırmaya çabalardı.Bazıları maalesf ona kanar, doğruluktan uzaklaşırdı. Zerdüştilere düşen görev işte tam burada başlardı. Hata yapan ya da yapmak üzere olan bu insanları doğru yola çekmek için savaşmaları gerekirdi. Aslında bu görev Ahura Mazda'nındı. İnsanlar olarak onların görevi, bu kutsal savaşta Ahura Mazda'ya yardımcı olmaktı."

İyi birer Zerdüşti olabilmek için; düşünce, söz ve işleri saf tutmak, temiz ve merhametli olmak, sadece insanlara değil hayvanlara da şefkatli davranmak, yararlı işler görüp, çocukları da böyle yaşasınlar diye iyi yetiştirmek gerekiyordu.

Ahura Mazda ve Melek Tavus

Genellikle Yezidiler ve Zerdüştilerin inançları birbirine karıştırılır. Her iki inançta da ateşin kutsal kabul edilmesi(Ateş tanrının sembolüdür.) buna zemin hazırlamış olabilir. Melek Tavus, Yezidilerin ibadet ettiği melektir. Yezidiler, başlangıçta yanlış anlaşıldığı için, Melek Tavus'un "kötü" olarak nitelendiğine, sonradan "iyi" olduğuna karar verildiğine inanıyorlar.

Zerdüştilerin ise Melek Tavus'la ilgili inanışları şöyle:
"Söz olarak ışığın nuru egemen olunca, Ahriman deliye döndü. Kötülerden oluşan kuvvetlerine daha fazla şehvet, kibir ve küfür aşıladı. Nerede güzel kokulu bir çiçek ya da parıltılı bir yılan varsa içine zehir koydu. Tanrının sembolü olan ateşten kötü duman üretti. Faydalı hayvanların üzerine zararlıları musallat etti. Sonra dönüp insana dedi ki: 'Bunda benim bir suçum yok. Bu sensin. Bu senin kıskanç yönün!' Buna karşılık Ahura Mazda'nın iyi kalpli kuvvetleri ona 'Sen o kadar zavallısın ki, iyi bir şey yaratamazsın!' dediler. Ahriman kızdı, 'Yaratabilirim tabii ki!' dedi. Hemen kollarını sıvadı ve dünyanın en gösterişli hayvanı olan tavus kuşunu yarattı. Oysa dalkavuk ve kendini beğenmiştir tavus. Ve dedi ki Ahriman: 'Tavus bundan böyle kraldır! İnsanlar onun önünde secde etsinler!' O zamandan sonra Ahriman'ın yani kötülüğe sapanların secde ettikleri tanrı oldu Melek Tavus.



Melek Tavus( www.persepolis.nu)

Benciller, açgözlüler, sadece kendini düşünenler, bütün kötülüklerin kaynağı olan Ahriman'ın öğrencileridir. Paylaşmaktan zevk alanlar, yarattıkları güzelliklere ortak arayanlar Ahura Mazda'nın yoluna girerler. Bu yolun sonu kutsala çıkar.

Avesta, Gathalar, Ateş ve Ateşgah

 Avesta, Zerdüşt'ün kutsal kitabının adı.Avestan, Avesta'nın yazıldığı dil. Avestan dili, 2600 yıl kadar  önce, ağırlıklı olarak Kuzeydoğu İran'da bulunan Baktria ve çevresinde Zerdüştilik dinini benimsemiş insanların kullandıkları bir dildi. Gatha'lar (Zerdüşt'ün söylediğine inanılan şiirler) bu dönemin yazıtları değil. Zerdüşt'ten çok sonra, eski Avestan değil yeni Avestan dilinde kaleme alındılar. Aslında en eski Avesta için bile bu geçerli. O da yeni dil kullanılarak yazılmış. Bir önemli nokta da yeni dilin eskisinden türetilmiş olmadığı.

Zerdüştilere göre ateş tanrının sembolüdür. Bu nedenle kutsaldır ve ateşe yaklaşırken yüzlerini bir bez parçasıyla kapatırlar. Çünkü onu kirletmekten korkarlar. Böylece ateşe saygılarını da göstermiş olurlar. Zerdüştilerin ibadetlerini yaptıkları ateşgahın ateşinin sürekli olarak yanmasının nedeni de aynı. Ve sadece ateşe değil, suya da aynı şekilde davranarak suyu asla kirletmezler.

Zerdüşt Diyor ki;

-Kadın ve erkek eşittir.

Ve Zerdüşt;

-İntiharı yasaklıyor, zinaya karşı çıkıyor, ölülerin bedenleri ile teması günah sayıyor.

-Kedi, köpek gibi hayvanları öldürmeye hep akıldan hareket ederek karşı çıkıyor.

-Gönül gözünü açtığını düşündüğü için Zerdüşt, şarap içilmesini tavsiye ediyor ve şarap içilmesini bir ibadet gibi görüyor.

-Ölülerin kurda kuşa terk  edilmeyip toprağa gömülmesini tavsiye ediyor.

-İnsanlara, kendi yarattıkları ilahlar için kurban kesmelerinin doğru olmadığını söylüyor.


Zerdüşt peygamber olarak toplumun karşısına çıkıp düşüncesini ortaya koyduğunda   insanlara aykırı gelmesi ve toplumda deprem etkisi yaratması kaçınılmazdı. Yaşadığı dönem göz önünde bulundurulduğunda Zerdüşt'ün yaptığı bir devrimdi. Çok eski zamanlarda gerçekleştirilmiş bir devrim. Çünkü Zerdüşt içinde yaşadığı topluma o döneme göre çok ileri bir inanış teklif etmişti. Bugün bile hiç kolay olmayacak bir inanış teklifi. 

Neticede 2600 yıldır dini inançlarını koruyan Zerdüştiler, uzun ve engebeli yollardan geçerek günümüze ulaşmışlar. Bugün sayıları az da olsa inanışlarını devam ettirmekteler.  Bu uzun, bilgelik yolculuğunu  nasıl tamamladıklarını soranlara ise şu cevabı verir Zerdüştiler:

"İnsanoğlunun geleceğe dair taşıdığı o bir avuçluk umut, eğer yüreğinin terkisinde duruyorsa hala, aşamayacağı yol yoktur. Çünkü insana yürümeyi öğreten şey; içinde hafif, narin, canlı, minicik ruhların uçuştuğu o umudun ta kendisidir işte!"



Dip Not: Pers Kralı Kserkses'in mensubu olduğu Ahameniş hanedanı, Makedonların ünlü kralı Büyük İskender tarafından yok edildi. Büyük İskender İ.Ö.330 yılında Persepolis'i alınca, kraliyet sarayında bulunanlar da dahil olmak üzere tüm Avesta'ları yaktırdı. Avesta'lar inek derisi üzerine altın harflerle yazılmıştı.




KAYNAK: Osman Balcıgil - ZERDÜŞT'ÜN SIRRI (Destek Yayınları, sayfa sayısı: 368)







7 Mart 2017 Salı




AĞLAMAK AYIP DEĞİL, AĞLATAN PROLAKTİN UTANSIN!!






Üzülünce ağlarız, sevinince ağlarız, duygulanınca ağlarız, sinirlenince ağlarız, öfkelenince ağlarız, içimizi boşaltmak isteyince ağlarız, özleyince ağlarız. Ağlamak eyleminin gerçekleşmesi için gözlerden yaş akması gerek. Gerçi ünlü yazar Victor Hugo, bir şiirinde gözyaşlarını içine akıtanlar için şöyle diyor:

Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı? 

Zira kimi inleyerek ağlar, kimi hıçkırıklara boğularak, kimi de sessizce ağlar.

Ağlamak nam-ı diğer gözyaşı dökmek, vücudumuzdaki dış salgı bezi tarafından üretilen bir salgıdır. Yani salgı kan yoluyla taşınmaz özel bir kanalla taşınır.

Gözümüzü her kırptığımızda gözyaşı göz yüzeyine yayılır, özellikle korneayı nemlendirir, gözün en dış katmanı olan sklera tabakası üzerinde bulunan tozların temizlenmesini sağlar. Böylece alınacak görüntünün de net olmasına yardımcı olur.

Peki neden ağlarız?

"Neden ağlıyoruz?" sorusu sorulduğunda Vassar College Psikoloji Profesörü Randy Cornelius, "Bundan pek emin değiliz" diyor ve ekliyor: "Kuramlar yapısal olarak erkek ve kadın beyninin nasıl işleyip neleri birbirine bağladıklarıyla ilgili. Ancak henüz bir sonuç elde edilmiş değil."
Ağlamak, bizim diğer insanlara savunmasız olduğumuzu göstermenin bir yolu. Kadınlar, duyguları paylaşma konusunda daha iyi olduğundan, onlar için aynı zamanda bir güven belirtisi ağlamak. Güven, hayatta kalmamız için gereklidir. Ancak hayatta kalma yarışında erkek eğer ulu-orta ağlamaya başlarsa, bu dışarıdaki insanlar tarafından yadırganabilir. (1)

Bizim toplumumuzda "erkekler ağlamaz" şiarıyla yetiştirilen erkek çocuklar, yetişkinliklerinde  ağlamayı bir zaaf, zayıflık göstergesi olarak kabul ettiklerinden (ön kabul) toplumda güçlü görünmek adına ya ağlamazlar ya da ağlamayı ertelerler; kuytu, görünmeyen köşelerde ağlamak için. Halbuki, etiyle kemiğiyle insan olan herkes için ağlamak ayıp değil! Bu son cümle, Sezen Aksu şarkısı gibi oldu. :)

Bu açıklamadan sonra şöyle bir soru aklınıza takılabilir; "Bu dış salgı bezi kadın ve erkeklerde varolduğuna göre neden kadınlar, erkeklere oranla daha fazla ağlar?" 
Bu sorunun cevabı hormonlarla ilgili. 

Kadın ve erkeğin ağlaması da farklı

Ağlamakla ilgili şu anda üzerinde bilimsel olarak çalışılan bir diğer madde de prolaktin hormonu. Bu hormonun kadınlarda buluğ çağında, adetlerinde, hamilelikte, emzirirken ve stres altındayken arttığı tespit edilmiştir. Oran olarak da kadın bedeninde erkeklere göre yüzde 60 daha fazla prolaktin bulunuyor, Dr. William Frey'in ortaya koyduğu kurama göre prolaktin, kadınların duygularını etkileyerek, endokrin(salgı) sistemini etkiliyor ve daha fazla ağlama eğilimi yaratıyor.

Sonuç olarak, kadınlar daha çok ağlıyor. Hatta yılda ortalama 64 kez. Erkekler ise 17 kez. Kadınlar üzgün olduğunda, hüsrana uğradığında veya kızdığında ağlarken, erkekler ölüm gibi önemli kayıplarda, büyük hayal kırıklıklarında veya gerçekten çok sinirlendiklerinde ağlıyor.

Orta yaşları geride bıraktıkça kadınlar daha az ağlayıp daha fazla kızmaya başlıyor. Sebebi kadın hormonlarının azalması ve erkeklik hormonu olan testosteronun bunun yerini alması. Erkeklerde ise tam tersi, testosteronun seviyesi düşerken, dişilere özgü hormonlar devreye girer ve erkekler yaşlandıkça daha az kızar daha çok ağlamaya başlarlar. (2)

Bence erkek olsun, kadın olsun ağlamak, herkese yakışıyor. Çünkü ağlamanın iyi yönleri var. "The Natural and Cultural History of Tears" kitabının yazarı Tom Lutz şöyle diyor: "Ağlamak bizi içimizdeki endişelerden uzaklaştırır. Ağladıktan sonra ferahlar, içimizdeki kargaşayı akışına bırakır ve dikkatimizi zihinden uzaklaştırıp fiziksel olana odaklarız. Hatta genel olarak da bir süre sonra konudan iyice uzaklaşıp, akmakta olan burnumuzu silmek için bir mendil bulma işine girişiriz. Bu anlamda gözyaşları, iyileşme sürecinin bir parçası olur."

Ağlayın, çünkü ağlamak güzeldir..

Ağlamak şu gelip geçici dünyada
Her şeye rağmen var olmak demek
Ağlamak yaşayan binlerce duygu
İnsanca ve coşkulu güzel bir şeydir

Ağlamak güzeldir
Süzülürken yaşlar gözünden sakın utanma (3)






Kaynaklar: (1) milliyet.com.tr
                    (2) Hayvanların Gözünden Dünya Sergisinden.
                    (3) Sezen Aksu - Ağlamak Güzeldir




1 Mart 2017 Çarşamba




BİR KAPI AÇIP GİTSEM





Ben bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben

Ben öyle her insandan , o kadar uzağım ben

Yine bu gözlerimdir okşanacak şey arar

Yoksa içimde başka bir dünya hasreti var



Uyanır gibi birden bir korkulu rüyadan

O içimden sevdiğim, benim olan dünyadan

Bir ses bana: 'Gel!' dese, ben o sesi işitsem

Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem...

Cahit Sıtkı Tarancı

Türk şair, yazar. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önemli şairlerinden birisidir. En ünlü şiirleri "Yaş Otuz Beş", "Memleket İsterim"dir.

Doğum: 4 Ekim 1910, Diyarbakır

Ölüm: 13 Ekim 1956, Viyana, Avusturya

Kitaplar: Gün Eksilmesin Penceremden, Öykü, Ziya'ya Mektuplar, Otuz Beş Yaş, Yazılar: makaleler, konuşmalar, yanıtlar.





Görsel alıntıdır.