LİKYA YOLU YÜRÜYÜŞÜNDEN NOTLAR
Fethiye-Kayaköy- Gemiler Koyu- Afkule Manastırı-Ölüdeniz- Ovacık-Kozağaç-Babadağ-Kirme-Faralya-Kelebekler Vadisi-Kabak
29 Ocak 2017 gecesi saat 23.00'da Ankara'dan Fethiye'ye doğru yola çıktık. Hava ayaz mı ayaz. Soğuk insanın iliklerine işliyor. Tesellim, güneye gidiyor oluşumuz. Havanın sıcak olacağını düşlüyorum çünkü. Yolculuk yaptığımız araçta payıma iki kişilik koltukta tek başına yolculuk etmek düştü. Oh! Mis dedim kendi kendime; rahat bir yolculuk olacak. Ve uyumak-uyanıklık arasında, kulaklarımda Barış Manço'nun dizeleri:
"Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde.
Bir türkü tutturmuşum, duyuyorsun değil mi?"
Sekiz saatlik bir yolculuktan sonra sabah erken saatlerde Fethiye'ye vardığımızda gri bir gökyüzü, hafif hafif yağan yağmur ve mavi rengi uçup gitmiş bir deniz karşıladı bizi. Deniz kıyısında bir kafede yaptığımız kahvaltı sonrası merkezde bulunan hostelimize yerleştik. Unutmadan söyleyeyim. Benim hostelde ilk konaklamam olacaktı. Dolayısıyla üzerimde bir tedirginlik vardı. Sanırım birazda gergindim. Gerginliğimin nedeni: Evet, lüks aramıyordum ama hijyen olmazsa olmazdı benim için. Yani bir yerin lüks olmaması, hijyenik olmasını engellemez değil mi? Kısacası hostelde konaklamanın bana göre olmadığını anladım, dört günün sonunda. Böylece hostel konaklaması benim için ilk ve son deneyim oldu diyebilirim.
Hazırlıklarımızı tamamlayıp Fethiye Kalesi'ne doğru yola çıktık. Şehrin gece-gündüz tüm silüetinde yer alan Kaya Mezarlarına uzaktan bakıp kaleye doğru tırmanmaya başladık. Fethiye'nin simgesi olarak kabul edilen Amintas Mezarı, kenti çevreleyen tepenin eteklerinde muhteşem görüntüsüyle göze çarpmakta. Bu kaya mezarı, 4. yüzyılda Telmessos kentinin yöneticisi olduğu sanılan Kral Amintas'ın anısına inşa edilmiş. Çevreyi gözleye gözleye kaleye vardığımda gördüğüm manzara hava muhalefetine rağmen çok güzeldi: Kuşbakışı Fethiye manzarası.
FETHİYE(TELMESSOS)
Fethiye'nin antik dönemlerdeki ismi; Telmessos. Bu kentin Likya ve Karya uygarlıklarının sınırında İ.Ö. 5. yüzyılda kurulduğu biliniyor. Günümüze ulaşan kalıntılardan, Helenistik ve Roma dönemlerinde kentin oldukça zengin ve yüksek bir kültüre sahip olduğu ve tanrı Apollon' a adanmış ünlü bir kehanet merkezi olduğu bilinmekte, antik Telmessos'un Likya' ya özgü kaya mezarları, lahitleri, kale ve tiyatrosu bütün görkemiyle geçmişten günümüze bize bir şeyler anlatıyor, aktarıyor burada. Fethiye ve Antalya arasında uzanan Teke Yarımadası antik dönemlerde Likya olarak adlandırılmış. Anadolu'nun yerli halklarından olan Likyalılar, Homeros'un ünlü İlyada' sında ve Kadeş Savaşı'nı sona erdiren tarihin ilk yazılı antlaşmasında, denizci bir millet olarak tanımlanmıştır.
FETHİYE KALESİ
Kalenin ve çevresinin harap bir biçimde olması, bakımsızlığı, terkedilmişliği, devletin ve halkımızın tarihi ve kültürel miraslara olan ilgisizliği insanı adeta isyan ettiriyor. Kale ve çevresi cam kırıklarından geçilmiyor, sevenler sanki başka bir yer bulamamışlar gibi sevgilerini yüzlerce yılın yükünü taşıyan taşlara yazmışlar çirkince! Bu ne vurdumduymazlık diye geçiriyorum içimden üzüntüyle. Sonra kendi kendime teselli veriyorum: Tüm bunların kaynağı bilgisizlik diye. Buranın tarihi ve dünya kültürleri açısından önemi bilinse(halk tarafından) hiç böyle harap, yıkık dökük olur muydu?
Fethiye'ye gitmeden önce Likya Yolu ve yürüyüş güzergahı hakkında geniş bir araştırma yaptığım için yer yer yörenin tarihiyle ilgili bilgiler de aktaracağım yazımda.
Fethiye, çok sayıda medeniyete ev sahipliği yapmış. Şehrin güneyinde yükselen ve Hristiyanların en önemli ikinci ismi Aziz John'un şövalyelerine ait olduğu sanılan Fethiye Kalesi adeta bir açık hava müzesi. Duvarlara oyulmuş birkaç yazı, tarihi belirsiz bir sarnıç dışında, tepenin doğu yüzünde küçük ve basit iki kaya mezarı bulunmakta. Kalenin bedeninde toplu fotoğraf çektirdikten sonra kırmızı-beyaz işeretli yoldan Kayaköy'e doğru yürüyüşe devam ettik. Yol, orman içindeki patikalar ve yer yer taş döşeli patikalarla uzayıp gidiyordu. Kuş cıvıltıları ve yabani kekik kokuları arasında göze, kulağa ve burnumuza şölen sunan bu büyülü atmosferde yürürken, tarihi de duyumsuyordum: "Geleceği duyumsamak, geçmişi özlemekten kolay değildir." misali. Galiba benim için mutluluk; sağlıklı olup yürüyebilmekti. Yükseklerde bu durumuma şükrettim hep...
Yolumuzdaki ilk yerleşim birimi Karakeçili Köyü idi. Köy, çukurda kalan düzlüğe inşa edilmişti. Tepeden baktığımda sıradan Anadolu köylerinden biri gibiydi. Gibiydi diyorum; çünkü ikinci gün aynı noktadan köye baktığımda fena halde yanıldığımı anlayacaktım. Zira köy sisler arasında kaybolmuş, adeta yok olmuştu. Gördüğüm, yalnızca köyü çevreleyen dağlar, yukarıda gökyüzü ve karşıda mübadelenin kırgınlığını yaşayan Kayaköy manzarası masaldan fırlamış hissi uyandırmıştı bende.
Karakeçili Köyü'ne varmak için asfalt yoldan orman içine inen patikaya geçmemiz gerekti. Küçük kardeşim gibi gördüğüm ve iyi fotoğraf çeken Salih ile birlikte çevreyi fotoğraflıyacağız diye grubun orman içine daldığını fark etmedik. Düdük çalıyoruz ses veren yok. Bizde karşıda gözüken Kayaköy'e varmak için yola devam ettik. Bulduğumuz ilk işaretli sapaktan patikaya girdik. Tam da burada önemli bir uyarı yapmam gerekiyor. Likya Yolu haricinde, Fethiye Belediyesince işaretlenen Fethiye rotaları yer yer Likya Yolu ile çakışıyor. Dikkat edilmesi gereken kırmızı-sarı işaretli yolun Fethiye Rotası olduğu, kırmızı-beyaz işaretli yolun ise Likya Yolu olduğudur. Biz, kırmızı-sarı işaretli yolda yaklaşık bir kilometre yürüdükten sonra, grubu göremeyince, telefonla ulaştığımız rehbere konum göndererek Likya Yolu rotasına geri döndük ve grupla birleştik. :) Hedefimiz Kayaköy'dü. Köy kahvesinde kısa bir dinlenme ve içtiğimiz nefis adaçayından sonra Kayaköy'ün arkasındaki tepeyi aşarak Gemiler Koyu' na indik.
GEMİLER KOYU VE St. NICHOLAS ADASI
Koyda bizi zeytin ve çam ağaçlarıyla çevrelenmiş bir başka güzellik karşıladı. Gemiler Koyunun tam karşısında St. Nicholas (Gemiler Adası) vardı. Adaya tekne ile ulaşmak mümkün; ama biz sadece uzaktan bakmakla yetindik. Adada Bizans döneminden kalma kalıntılar varmış. Öğrendiğime göre, 1990 yılında bir Japon Arkeoloji heyetinin Fethiye Müzesi ile birlikte başlattığı kazılarda gün ışığına çıkarılan buluntulardan, adanın erken Hristiyanlık döneminde önemli bir ziyaret merkezi olduğu ve denizler azizi Nicholas'ın bu adada yaşadığı anlaşılmış.
İkinci gün erkenden kalkıp Kayaköy'e vardık araçla. Köy kahvesinde yaptığımız kahvaltı sonrası Kayaköy'ü gezdik Köyün 4-5 ton kapasiteli su sarnıçlarını, köy evlerini, köy okulunu, köydeki kiliseleri gezdik.
Mübadele hikayeleri beni hep hüzünlendirir. İşte bu hüzünle gezdim Kayaköyü. Hüznümün kaynağı ise sanırım okuduğum Yaşar Kemal'in "Bir Ada Hikayesi" dörtlemesi. (Dörtlemenin birinci cildi; "Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana", ikincisi; "Karıncanın Su İçtiği", üçüncüsü; "Tanyeri Horozları" ve dördüncüsü; "Çıplak Deniz, Çıplak Ada.")
Gerçi Bir Ada Hikayesi dörtlemesi, mübadele sürecini ve mübadele nedeniyle Yunanistan'dan Türkiye'ye göçmek zorunda bırakılan bir grup insanın değişen hayatlarını anlatır. Ama ne farkeder? Gerçekte Yaşar Kemal'in "Mübadeleyi yazdım." diyerek tüm mübadillerin yerlerinden, yurtlarından ayrılmak zorunda kaldıklarında çektikleri acıları, ızdırapları yazarak(Kendi ailesi de mübadil olduğu için hissederek yazmış) adeta mübadillerin ortak sıkıntılarını bizlere ulaştırmak için tercümanlık yapmıştır. Dörtlemeyi okuyup da "empati" yapamayan birinin varolacağına inanmam çok zor diyebilirim.
Fethiye'nin 8 kilometre güneyinde bulunan bu köy tarihte "Lebessos and Lebessus" olarak biliniyor. Daha önce Likyalıların ve Yunanlıların yaşadığı bu köy, 1923 Türk-Yunan nüfus mübadelesi sonrası terkediliyor ve günümüzde ise müze kent olarak kullanılıyor. Köydeki evler taş Yunan evleri. Zamanında hiçbir ev, diğerinin güneşini kesmeyecek şekilde dizayn edilmiş. Köy içerisinde aşağı ve yukarı adlı kiliseler, okul, şapel, hastane bulunmakta. Bugün yıkık dökük bu taş evler bomboş. Köy, sonradan keşfedilen Likya Yolu üzerinde bulunuyor. UNESCO bu köyü, "Barış ve Kardeşlik Köyü" olarak adlandırıyor. Fakat evlerin neden yağmalandığını, pencerelerinin ve kapılarının dahi olmamasının nedenini öğrendiğimde köyün hikayesinin hiç de kardeşlik hikayesi olmadığını anladım. :( Mübadele sonrası Yunanlılar köyü terk edince, geri gelecekleri korkusu ile Türkler tüm köyü talan ediyor, Yunanlıların kalan eşyalarını kırıp parçalıyorlar. Kapı ve pencereleri çalıyorlar ve bugünkü köy görüntüsü ortaya çıkıyor; kırgın, harap olmuş, mübadele yorgunu bir Rum Köyü.
Göçen Rumların yerine gelen Yunanistandaki Türkler bu köye yerleşmemişler. Çünkü burada yaşayan Rumlar geçimlerini bağcılık ve sanatla sağlarlarmış. Onlar buradan gidince, tarımla (özellikle tütün ekimi) uğraşan Türkler ise taşlık, kayalık arazide tarım yapamayacakları için buraya yerleşmek istememişler.
Bugün hava günlük güneşlik. Dünkü yağmurlu havadan eser yok. Taşla örülü patikalarda yürürken hala ıslak olan taşlarda kaymamak için pür dikkat yürüyoruz. Bu kez, Kayaköy' den Afkule'ye doğru 5 kilometrelik yolu yürüyüp geri döneceğiz ve Kayaköy'ün ardındaki tepenin arkasından Ölüdeniz'e ineceğiz.
Nemli orman patikalarından ilerleyip çıktığımız tepeden görünen "Soğuksu Koyu"nun rengi tam anlamıyla turkuazdı. En sevdiğim renklerden biri olan turkuazı denizde görmekten büyülenmiştim sanki. İzlemeye doyamadım. Fotoğraf çekip yola devam ettik. Yol boyunca gördüğüm güzellikleri, ya doğa yürüyüşü yaparak ya da bu saklı cennet koylara tekneyle gelerek görebilirdiniz ancak. Tekneden görünen manzara ise tepeden izlenen manzara kadar heyecan vermeyebilir insana. Görüş açısı bakımından. :)
Dik bir patikadan Afkule Manastırına indik. Manastırın içini gezmeden önce manastırın önünde uzayan derin uçuruma şöyle bir baktım. Deniz çok sakindi. Afkule, aynı zamanda Türkiye' deki en güzel ve son derece güvenli dalış yapılabilecek yerlerden biriymiş. Sualtı mağaraları, renkli anemonları ve tül mercanları tek kelimeyle mükemmelmiş.
Manastırın yüksek merdivenlerini tırmanırken aklımda manastırın efsanesi vardı.Efsaneye göre; manastırı Elefterios adında bir keşiş, dilenerek topladığı aletlerle ana kayayı oyarak yapmış ve ölünceye kadar burada çile çekmiş. Manastır gerçekten mükemmel bir manzaraya sahip. İki katlı olan manastırın üst katına içte bulunan merdivenle çıktım. İkinci katta iki oda bulunmakta. Odanın penceresinden ya da önündeki balkondan seyrine doyum olmayan bir manzara karşıladı beni. İşte tam burada tarih, kültür ve coğrafya içiçe geçmişti benim için. Bu duygum öylesine yoğundu ki, rehbere; "Beni burada bırakıp gidin. Cenneti uzaklarda aramaya ihtiyacım yok. Benim için cennet burası." deyiverdim.
Aşağıya inip manastırın çevresini dolaşmaya başladım. Bir de ne göreyim? Duvardaki nişlerden birinde mangal teli ve pet şişede yarısı kullanılmış sıvı yakıt vardı. Demek ki birileri burada mangal partisi vermiş, veriyor, verecek...Sözün bittiği yer. Ne diyebilirim ki? Tarihi binlerce yıla dayanan taş duvara yazılan kırmızı yazılar, çizilen kalpler, kalplerimizi incitti.
Trabzon'da bulunan Sumela Manastırı'nın hikayesi ve manzarasından sonra beni etkileyen ikinci yer oldu Afkule Manastırı. Tek başıma manastırın denize bakan yamaçlarından inmeye başladım. Ağaçlara bakınıyordum. Ve bir ağaç beni kendine çekti sanki. Sessizce yanına gittim ve ağacı kucakladım. Başımı gövdesine dayayıp ağacı dinledim ve içimdekileri sözsüz ağaca aktardım. Yerden göğe doğru uzanan ağaç beni duyabildi mi, bilmiyorum. Ama duyduğunu umut ediyorum.
Geldiğimiz patikayı tırmanıp Kayaköy'e geri döndük ve bugünkü yürüyüşümüzün son durağı Ölüdeniz' e doğru inişe geçtik. Ölüdeniz gözüktüğünde, başı karlı Babadağı da gördük akabinde. Babadağ ben burdayım diyordu adeta. Zaten dağı görmemek mümkün değildi. Dünyanın en güzel manzarasına sahip bu yerde, Babadağ'ın zirvelerinden kocaman renkli kuşlar gibi süzülen yamaç paraşütçülerini izlemek bile başımızı dağa çevirmeye yetiyordu.
Öğle yemeğimizi Belcekız Plajında yedik. Kahvemi içtikten sonra plaja indim birkaç arkadaşımla. Ayakkabılarımı çıkarıp çıplak ayakla kuma bastım. Sahil mevsim nedeniyle sakin ve sessizdi. Sırt çantamı yastık yapıp kumlara uzandım. Gözlerimi kapayıp sadece ve sadece dalgaların ninnisini dinledim. Ben bir saati böyle dalgaların sesini dinleyerek geçirirken güneşin iyice ısıtmaya başlamasıyla kendine güvenen ve cesur olan arkadaşlar, denize girdiler. Böylece tarih 31 Ocak 2017' yi gösterirken Fethiye' de denize girileceğini de kanıtlamış oldular. Bu arkadaşları kutluyorum.:)
ÖLÜDENİZ VE BELCEKIZ PLAJI
Ölüdeniz kumsalı %82 oyla 2006 yılında dünyanın en güzel kumsalı seçilmiş. Anadolu'nun güneybatısında yer alan Teke Yarımadası'nda bulunan Ölüdeniz, Türkiye'deki deniz kulağı (lagün) oluşumlarından biridir. Ölüdeniz adına uygun olarak durgun bir göl gibidir. En fırtınalı havalarda Belcekız kıyıları dalgalarla boğuşurken, Ölüdeniz'de sadece çırpıntılar meydana gelir. Ölüdeniz ve Belcekız efsanesi herkes tarafından bilindiğinden burada yazmama gerek yok sanırım.
Akşam yemeğinden sonra dinlenmek üzere yatağıma uzanmış, kitabımı okurken çok yakından gelen gümbür gümbür bir müzikle irkildim. Kalktım sesin kaynağını bulabilmek için. Yanda bulunan barda canlı müzik yapılıyormuş meğer. Müzik bitene kadar uyumak mümkün olmadı, tabii dinlenmek de. Ertesi gün yürüyeceğimiz yol hem zorlu hem de uzundu. Artık uykusuz uykusuz yürüyecektim. Bu geceden sonra anladım ki, beni irite eden en önemli etkenlerden biri "kötü söylenen şarkı" ve "kötü çalınan müzik" imiş. Bu da bir kazanım oldu benim için.
BABADAĞ
Üçüncü gün de köy kahvesinde kahvaltı yaptıktan sonra Ölüdeniz'e araçla gittik. Kaldığımız yerden Babadağ'a doğru tırmanışa başladık. Hava yine güneşli ve sıcaktı. Uzun kar yürüyüşlerinden sonra sağda deniz, solda çam ormanları ve yer yer maki bitkileri arasından geçen dağ patikalarında yürümek nasıl desem, bana ilaç gibi geldi. Çünkü, benim için patikalarda yürümek sadece bir yürüyüş değidir, patika da sadece patika değidir; David Le Breton'un "Yürümeye Övgü" kitabını okuduktan sonra.
Şöyle ki: "Patika hatta yol yere kazınmış bir bellektir, sayısız yürüyüşçünün toprağın damarlarında bıraktığı iz, zaman içinde yerlerle haşır neşir olmuş, manzara içinde bir tür güçlü kuşaklar dayanışması oluşturmuştur. Yürüyüşçülerin imzaları orada birbirine karışmıştır. Yürüyüşçünün, menzile varmak için bir an önce bulunduğu yeri terk etmek isteyen otomobil sürücüsünün kimi zaman kendisi ya da başkaları için ölümcül olan mücadelesi gibi bir derdi yoktur. Bu toprak yollarda yürümek görünmez ama gerçek bir zımni anlaşma içinde öteki yürüyüşçülere ayak uydurma sonucunu getirir. Yol, geçen insanların kayıtsızlığından rahatsız olan bitki ya da maden dünyasının içinde bir toprak izidir. Çok kısa bir süre içinde sayısız adımın bastığı toprak bir insanlık damgasıdır. Toprağa basan ayak, önüne çıkan her şeyi acımasızca ezen ve geçtiği yerde yara izi bırakan araba lastiği gibi saldırgan değildir. Hayvanların bıraktığı izler neredeyse farkedilmez."
Bu duygularla patikada yürürken masmavi gökyüzünde nazlı nazlı süzülen yamaç paraşütçülerini gördüm. Çok yükseklerde olduklarından demek henüz atlamışlardı Babadağın yamaçlarından. Babadağın iki zirvesi de karla kaplıydı. Dağın eteklerinde yürüyorduk ve çevrede çiçekler açmıştı. Açan çiçeklerden biri siklamen, diğeri mor süsendi. Sarı papatyalar da sereserpe yayılmıştı toprağa. Fotoğrafını çektiğim güzel bir çiçeğin adını ise bilmiyorum. Belki de endemik bir türdü. Babadağın zirvesine 5 kala eteklerinden çekiştirdik. :)
Sizce, dağdaki güzel bir manzarayı ne çirkinleştirebilir? Tabii ki yapılaşma değil mi? İşte dağın eteklerine yayılmış beton yığınlarını görünce eyvah dedim kendi kendime, şimdi parası çok, doğal çevreye duyarlılığı az olanlar "yandı gülüm keten helva" telaşıyla doldururlar burayı kısa sürede diye hayıflandım. Keçilerin melemesi eşliğinde Babadağ'a en yakın noktada öğle yemeği molası verdik. Yemekten sonra yürüyüşe devam ettik. Yukarıda parlayan güneşe inat, yerlerde kırağı vardı. Yüz metre aşağıdaki bu hava değişikliği ise şaşırtıcıydı. Çam, sedir, zeytin ve keçiboynuzu ağaçlarının arasından yürüyerek Kelebekler Vadisi'ne vardık. Yalnızca kartpostallarda görüp beğendiğim vadiyi tepeden görmek, havasını solumak bile heyecanımı yatıştırmaya yetti. Gördüğüm manzara, yok böyle bir yer dedirtiyordu insana...
KELEBEKLER VADİSİ
Sahip olduğu endemik türler nedeniyle "dünya mirası" olarak korunması önerilmiş 100 dağdan biri olan Babadağın eteklerinde bulunan Kelebekler Vadisi, birinci derece doğal SİT ilan edilmiş ve her türlü yapılaşmaya kapatılmıştır. 350 metreye ulaşan sarp kayalık duvarlarla çevrili olan Vadi ismini, barındırdığı seksenden fazla kelebek türünden ve özellikle kaplan kelebeğinden (Jessy Tiger) almıştır. Mevsim kış olunca tek bir kelebek göremedik doğal olarak. Denize ulaşabilmek için vadi duvarlarında işaretlenmiş tek bir noktadan halatlarla zor bir iniş yapmak gerekiyormuş. Tabii bir de bunun çıkışı var. İniş ve çıkış teknik bilgi ve deneyim gerektirdiğinden biz uçurumun en uç noktasından görüntü almakla yetindik. Ve yola devam ettik.
Faralya'ya yaklaştığımızda şırıl şırıl akan dere boyunca ilerledik ve köye vardık. Kaynağı Faralya mahallesinde bulunan ve 50 metre yükseklikten dökülen şelale, vadinin ortasından geçen bu dere ile Akdeniz'e ulaşıyor. Bugün Ovacık-Kozağaç-Kirme ve Faralya etabını da tamamlamış olduk. Yorgun ama mutlu, hostele döndük.
KABAK KOYU
Ertesi gün erkenden kalkıp kahvaltı yaptıktan sonra araçla Faralya' ya geldik, Faralya-Kabak arasını yürümek için. 9 kilometrelik yolu yürüdükten sonra Kabak Koyunu tepeden seyrettik. Arkada Babadağ, önde açık deniz manzarası eşliğinde çay-kahve içip, yemeğimizi yedik. Yüksek kayalarca korunan Kabak Koyu, birinci derece doğal SİT alanı. Koya ulaşmak pek kolay değil. İyi ki de değil. Çevre bakirliğini koruyabilmiş böylelikle. Kabak Köyüne kadar asfalt yol var. Ancak koya inmek için 20 dakikalık bir yürüyüş ya da kısa bir traktör yolculuğu sonrası ulaşabilirsiniz. Ben Kabak Koyu'nun olağanüstü doğa manzarasına bayıldım. Orada yaşayanların ne kadar şanslı olduklarını düşündüm. Keşke bu güzelliklerin kıymeti bilinse, korunabilse.
Ankara'ya dönüş yolunda bir kez daha anladım ki, ülkemiz cennet gibi bir doğaya sahip. Dört mevsimi, tüm güzellikleriyle birlikte yaşıyoruz. Dünyada kaç ülkede dört mevsim yaşanıyor dersiniz? Sanırım fazla değil. :)
İşte bunları düşünürken aklıma, vatanseverlik nedir diye bir soru gelmez mi? Vatanseverlik, bireyin ülkesini sevmesi ve ona bağlılık göstermesi diye tanımlansa da bence eksik bir tanımlamadır bu. Vatanseverlik, bireyin ülkesini sevmesi, ona bağlılık göstermesinin yanında vatan toprağı üzerinde bulunan tarihi ve kültürel mirası korumayı bilmesi, çevreyi ve doğayı sevmesi, doğaya zarar vermemeyi ilke edinmesidir, ki bu da vatanseverlerin gelecek nesillere olan görevidir, borcudur.
Biliyorum, yazım çok uzadı. Ama, ne yapayım? Gezdim, gördüm ve yazdım... Ben yazarken yoruldum, siz okurken yorulmayın. :)
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Sağlıklı olmak için yürüyün. Şehirde, dağda, bayırda, çayırda. Neresi olursa olsun ama mutlaka yürüyün. Yürüyen insan kibirli olmaz der David Le Breton ve şöyle devam eder: " Kesin olan şu ki yürüyen insan genellikle otomobil kullanan ya da trene veya uçağa binen biri gibi kibirli olmaz. Çünkü attığı her adımda dünyanın acımasızlığını ve yolda rastladığı insanlarla dostça uzlaşma gerekliliğini hissederek asla insan olduğunu unutmaz."
Likya Yolu yürüyüşüne katılan ve insan olduğunu asla unutmayan 13 değerli arkadaşıma ve bu yürüyüşü düzenleyen rehberlerimiz Nedim Yılmaz ve Halil Yiğit'e teşekkürler.
Dik bir patikadan Afkule Manastırına indik. Manastırın içini gezmeden önce manastırın önünde uzayan derin uçuruma şöyle bir baktım. Deniz çok sakindi. Afkule, aynı zamanda Türkiye' deki en güzel ve son derece güvenli dalış yapılabilecek yerlerden biriymiş. Sualtı mağaraları, renkli anemonları ve tül mercanları tek kelimeyle mükemmelmiş.
Manastırın yüksek merdivenlerini tırmanırken aklımda manastırın efsanesi vardı.Efsaneye göre; manastırı Elefterios adında bir keşiş, dilenerek topladığı aletlerle ana kayayı oyarak yapmış ve ölünceye kadar burada çile çekmiş. Manastır gerçekten mükemmel bir manzaraya sahip. İki katlı olan manastırın üst katına içte bulunan merdivenle çıktım. İkinci katta iki oda bulunmakta. Odanın penceresinden ya da önündeki balkondan seyrine doyum olmayan bir manzara karşıladı beni. İşte tam burada tarih, kültür ve coğrafya içiçe geçmişti benim için. Bu duygum öylesine yoğundu ki, rehbere; "Beni burada bırakıp gidin. Cenneti uzaklarda aramaya ihtiyacım yok. Benim için cennet burası." deyiverdim.
Aşağıya inip manastırın çevresini dolaşmaya başladım. Bir de ne göreyim? Duvardaki nişlerden birinde mangal teli ve pet şişede yarısı kullanılmış sıvı yakıt vardı. Demek ki birileri burada mangal partisi vermiş, veriyor, verecek...Sözün bittiği yer. Ne diyebilirim ki? Tarihi binlerce yıla dayanan taş duvara yazılan kırmızı yazılar, çizilen kalpler, kalplerimizi incitti.
Trabzon'da bulunan Sumela Manastırı'nın hikayesi ve manzarasından sonra beni etkileyen ikinci yer oldu Afkule Manastırı. Tek başıma manastırın denize bakan yamaçlarından inmeye başladım. Ağaçlara bakınıyordum. Ve bir ağaç beni kendine çekti sanki. Sessizce yanına gittim ve ağacı kucakladım. Başımı gövdesine dayayıp ağacı dinledim ve içimdekileri sözsüz ağaca aktardım. Yerden göğe doğru uzanan ağaç beni duyabildi mi, bilmiyorum. Ama duyduğunu umut ediyorum.
Geldiğimiz patikayı tırmanıp Kayaköy'e geri döndük ve bugünkü yürüyüşümüzün son durağı Ölüdeniz' e doğru inişe geçtik. Ölüdeniz gözüktüğünde, başı karlı Babadağı da gördük akabinde. Babadağ ben burdayım diyordu adeta. Zaten dağı görmemek mümkün değildi. Dünyanın en güzel manzarasına sahip bu yerde, Babadağ'ın zirvelerinden kocaman renkli kuşlar gibi süzülen yamaç paraşütçülerini izlemek bile başımızı dağa çevirmeye yetiyordu.
Öğle yemeğimizi Belcekız Plajında yedik. Kahvemi içtikten sonra plaja indim birkaç arkadaşımla. Ayakkabılarımı çıkarıp çıplak ayakla kuma bastım. Sahil mevsim nedeniyle sakin ve sessizdi. Sırt çantamı yastık yapıp kumlara uzandım. Gözlerimi kapayıp sadece ve sadece dalgaların ninnisini dinledim. Ben bir saati böyle dalgaların sesini dinleyerek geçirirken güneşin iyice ısıtmaya başlamasıyla kendine güvenen ve cesur olan arkadaşlar, denize girdiler. Böylece tarih 31 Ocak 2017' yi gösterirken Fethiye' de denize girileceğini de kanıtlamış oldular. Bu arkadaşları kutluyorum.:)
ÖLÜDENİZ VE BELCEKIZ PLAJI
Ölüdeniz kumsalı %82 oyla 2006 yılında dünyanın en güzel kumsalı seçilmiş. Anadolu'nun güneybatısında yer alan Teke Yarımadası'nda bulunan Ölüdeniz, Türkiye'deki deniz kulağı (lagün) oluşumlarından biridir. Ölüdeniz adına uygun olarak durgun bir göl gibidir. En fırtınalı havalarda Belcekız kıyıları dalgalarla boğuşurken, Ölüdeniz'de sadece çırpıntılar meydana gelir. Ölüdeniz ve Belcekız efsanesi herkes tarafından bilindiğinden burada yazmama gerek yok sanırım.
Akşam yemeğinden sonra dinlenmek üzere yatağıma uzanmış, kitabımı okurken çok yakından gelen gümbür gümbür bir müzikle irkildim. Kalktım sesin kaynağını bulabilmek için. Yanda bulunan barda canlı müzik yapılıyormuş meğer. Müzik bitene kadar uyumak mümkün olmadı, tabii dinlenmek de. Ertesi gün yürüyeceğimiz yol hem zorlu hem de uzundu. Artık uykusuz uykusuz yürüyecektim. Bu geceden sonra anladım ki, beni irite eden en önemli etkenlerden biri "kötü söylenen şarkı" ve "kötü çalınan müzik" imiş. Bu da bir kazanım oldu benim için.
BABADAĞ
Üçüncü gün de köy kahvesinde kahvaltı yaptıktan sonra Ölüdeniz'e araçla gittik. Kaldığımız yerden Babadağ'a doğru tırmanışa başladık. Hava yine güneşli ve sıcaktı. Uzun kar yürüyüşlerinden sonra sağda deniz, solda çam ormanları ve yer yer maki bitkileri arasından geçen dağ patikalarında yürümek nasıl desem, bana ilaç gibi geldi. Çünkü, benim için patikalarda yürümek sadece bir yürüyüş değidir, patika da sadece patika değidir; David Le Breton'un "Yürümeye Övgü" kitabını okuduktan sonra.
Şöyle ki: "Patika hatta yol yere kazınmış bir bellektir, sayısız yürüyüşçünün toprağın damarlarında bıraktığı iz, zaman içinde yerlerle haşır neşir olmuş, manzara içinde bir tür güçlü kuşaklar dayanışması oluşturmuştur. Yürüyüşçülerin imzaları orada birbirine karışmıştır. Yürüyüşçünün, menzile varmak için bir an önce bulunduğu yeri terk etmek isteyen otomobil sürücüsünün kimi zaman kendisi ya da başkaları için ölümcül olan mücadelesi gibi bir derdi yoktur. Bu toprak yollarda yürümek görünmez ama gerçek bir zımni anlaşma içinde öteki yürüyüşçülere ayak uydurma sonucunu getirir. Yol, geçen insanların kayıtsızlığından rahatsız olan bitki ya da maden dünyasının içinde bir toprak izidir. Çok kısa bir süre içinde sayısız adımın bastığı toprak bir insanlık damgasıdır. Toprağa basan ayak, önüne çıkan her şeyi acımasızca ezen ve geçtiği yerde yara izi bırakan araba lastiği gibi saldırgan değildir. Hayvanların bıraktığı izler neredeyse farkedilmez."
Bu duygularla patikada yürürken masmavi gökyüzünde nazlı nazlı süzülen yamaç paraşütçülerini gördüm. Çok yükseklerde olduklarından demek henüz atlamışlardı Babadağın yamaçlarından. Babadağın iki zirvesi de karla kaplıydı. Dağın eteklerinde yürüyorduk ve çevrede çiçekler açmıştı. Açan çiçeklerden biri siklamen, diğeri mor süsendi. Sarı papatyalar da sereserpe yayılmıştı toprağa. Fotoğrafını çektiğim güzel bir çiçeğin adını ise bilmiyorum. Belki de endemik bir türdü. Babadağın zirvesine 5 kala eteklerinden çekiştirdik. :)
Sizce, dağdaki güzel bir manzarayı ne çirkinleştirebilir? Tabii ki yapılaşma değil mi? İşte dağın eteklerine yayılmış beton yığınlarını görünce eyvah dedim kendi kendime, şimdi parası çok, doğal çevreye duyarlılığı az olanlar "yandı gülüm keten helva" telaşıyla doldururlar burayı kısa sürede diye hayıflandım. Keçilerin melemesi eşliğinde Babadağ'a en yakın noktada öğle yemeği molası verdik. Yemekten sonra yürüyüşe devam ettik. Yukarıda parlayan güneşe inat, yerlerde kırağı vardı. Yüz metre aşağıdaki bu hava değişikliği ise şaşırtıcıydı. Çam, sedir, zeytin ve keçiboynuzu ağaçlarının arasından yürüyerek Kelebekler Vadisi'ne vardık. Yalnızca kartpostallarda görüp beğendiğim vadiyi tepeden görmek, havasını solumak bile heyecanımı yatıştırmaya yetti. Gördüğüm manzara, yok böyle bir yer dedirtiyordu insana...
KELEBEKLER VADİSİ
Kaplan Kelebeği (Jessy Tiger) Photo: yenikelebeklervadisi.org' dan alınmıştır.
Sahip olduğu endemik türler nedeniyle "dünya mirası" olarak korunması önerilmiş 100 dağdan biri olan Babadağın eteklerinde bulunan Kelebekler Vadisi, birinci derece doğal SİT ilan edilmiş ve her türlü yapılaşmaya kapatılmıştır. 350 metreye ulaşan sarp kayalık duvarlarla çevrili olan Vadi ismini, barındırdığı seksenden fazla kelebek türünden ve özellikle kaplan kelebeğinden (Jessy Tiger) almıştır. Mevsim kış olunca tek bir kelebek göremedik doğal olarak. Denize ulaşabilmek için vadi duvarlarında işaretlenmiş tek bir noktadan halatlarla zor bir iniş yapmak gerekiyormuş. Tabii bir de bunun çıkışı var. İniş ve çıkış teknik bilgi ve deneyim gerektirdiğinden biz uçurumun en uç noktasından görüntü almakla yetindik. Ve yola devam ettik.
Faralya'ya yaklaştığımızda şırıl şırıl akan dere boyunca ilerledik ve köye vardık. Kaynağı Faralya mahallesinde bulunan ve 50 metre yükseklikten dökülen şelale, vadinin ortasından geçen bu dere ile Akdeniz'e ulaşıyor. Bugün Ovacık-Kozağaç-Kirme ve Faralya etabını da tamamlamış olduk. Yorgun ama mutlu, hostele döndük.
KABAK KOYU
Kameramdan Kabak Koyu.
Ertesi gün erkenden kalkıp kahvaltı yaptıktan sonra araçla Faralya' ya geldik, Faralya-Kabak arasını yürümek için. 9 kilometrelik yolu yürüdükten sonra Kabak Koyunu tepeden seyrettik. Arkada Babadağ, önde açık deniz manzarası eşliğinde çay-kahve içip, yemeğimizi yedik. Yüksek kayalarca korunan Kabak Koyu, birinci derece doğal SİT alanı. Koya ulaşmak pek kolay değil. İyi ki de değil. Çevre bakirliğini koruyabilmiş böylelikle. Kabak Köyüne kadar asfalt yol var. Ancak koya inmek için 20 dakikalık bir yürüyüş ya da kısa bir traktör yolculuğu sonrası ulaşabilirsiniz. Ben Kabak Koyu'nun olağanüstü doğa manzarasına bayıldım. Orada yaşayanların ne kadar şanslı olduklarını düşündüm. Keşke bu güzelliklerin kıymeti bilinse, korunabilse.
Ankara'ya dönüş yolunda bir kez daha anladım ki, ülkemiz cennet gibi bir doğaya sahip. Dört mevsimi, tüm güzellikleriyle birlikte yaşıyoruz. Dünyada kaç ülkede dört mevsim yaşanıyor dersiniz? Sanırım fazla değil. :)
İşte bunları düşünürken aklıma, vatanseverlik nedir diye bir soru gelmez mi? Vatanseverlik, bireyin ülkesini sevmesi ve ona bağlılık göstermesi diye tanımlansa da bence eksik bir tanımlamadır bu. Vatanseverlik, bireyin ülkesini sevmesi, ona bağlılık göstermesinin yanında vatan toprağı üzerinde bulunan tarihi ve kültürel mirası korumayı bilmesi, çevreyi ve doğayı sevmesi, doğaya zarar vermemeyi ilke edinmesidir, ki bu da vatanseverlerin gelecek nesillere olan görevidir, borcudur.
Biliyorum, yazım çok uzadı. Ama, ne yapayım? Gezdim, gördüm ve yazdım... Ben yazarken yoruldum, siz okurken yorulmayın. :)
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Sağlıklı olmak için yürüyün. Şehirde, dağda, bayırda, çayırda. Neresi olursa olsun ama mutlaka yürüyün. Yürüyen insan kibirli olmaz der David Le Breton ve şöyle devam eder: " Kesin olan şu ki yürüyen insan genellikle otomobil kullanan ya da trene veya uçağa binen biri gibi kibirli olmaz. Çünkü attığı her adımda dünyanın acımasızlığını ve yolda rastladığı insanlarla dostça uzlaşma gerekliliğini hissederek asla insan olduğunu unutmaz."
Karakeçili Köyü
Karakeçili Köyü sisler altında kaybolmuş.
Likya Yolu'nda yürüdüğümüz güzergah. (Harita goole görsellerden alındı.)
Photos:...........by Salih Atak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder