'CEHALET YENİLMESİ GEREKEN EN BÜYÜK DÜŞMANDIR.'
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Atatürk, cehaleti yenilmesi gereken en büyük düşman gördüğü içindir ki, eğitime büyük önem vermiş, harf devrimini yaparak herkesin kolayca okuyup yazmasını sağlamıştır. Böylece Osmanlı bürokrasisinin ve sarayın tekelinde olan okuma ve yazma, eğitim görme hakkını tabana, yani halka indirmiştir. "Kalem kılıçtan keskindir." sözünün doğruluğu da ileriki yıllarda ortaya çıkacak, bilinçli, sorgulayan ve eğitimli bir nesil yetişecektir. Genç Türkiye Cumhuriyeti de işte bu neslin omuzları üstünde yükselecektir.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde, özellikle eğitim alanında reform yapmak gerekmekteydi. Çünkü millilik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilmesine ihtiyaç vardı. Bu nedenle hazırlanan Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), T.B.M.M. tarafından 3 Mart 1924 tarih ve 430 kanun numarası ile kabul edildi. Böylece ülkenin eğitim işlerinde çokbaşlılığın kaldırılması sağlandı. "Halifeliğin kaldırılması"na dair kanun ve "Şeriye ve Evkaf Vekaleti' nin Kaldırılması" hakkında kanunla aynı gün çıkarıldı.
Halkın eğitimi için, öncelikle onları eğitecek, okutacak kişileri (eğitmen - öğretmen) en iyi şekilde yetiştirmek gerekiyordu..Öyle de yapıldı. Öğretmen Okullarına en iyi öğretmenler, hatta yurt dışında eğitim görmüş olanlar atandı. Ve bu okullardan mezun olanlar, alınlarında bilgilerden çelenkle yurdun dört bir yanına dağılan, nura doğru can atan Türk gençleriydi. Hep bir ağızdan şöyle sesleniyorlardı milllete:
"Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda and içen genç arkadaş!
Öğren öğret halka hakkı, gürle coş;
Durma durma koş!
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun:
Yurdum seni yüceltmeye andlar olsun."
Atatürk'ün 10 Kasım 1938' de ölümünden sonra reformların sürdürülüp sürdürülmeyeceği sorusu gündeme gelmiş, İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığına seçilmesi üzerine reformların devam edeceği anlaşılmıştı. İnönü Dönemi'nin en önemli faaliyetlerinden biri 1940 yılında kırsal alana öğretmen yetiştirmek amacıyla on dört yerde açılan 'köy enstitüleri'nin kurulmaya başlanmasıdır. Bu köy enstitüleri 1952 yılına kadar eğitim-öğretime devam etmişler sonra da kapatılmışlardır.
"1945'ten sonra ülkede çok partili bir yaşama geçildiğinde eğitimde demokratikleşmeye daha sık vurgu yapılmıştır. Bu dönemde eğitimde atılan önemli adımlardan biri de, 1946 yılındaki çağdaş ve evrensel anlamdaki bir üniversite anlayışının ürünü olan 4936 sayılı 'Üniversiteler Kanunu' dur. Bu kanunla üniversiteler özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim birlikleri olarak tanımlanmıştır. Böylece Atatürk döneminde laik ve Batılı düşünce yapısına ve ülkenin siyasi yapısına uygun hale getirilen üniversitelerin bu dönemde siyasi kontrolden çıkarılması sağlanmıştır.
Sonuç olarak, çok büyük ölçüde Atatürk ilkelerini ve devrimlerini eğitim kurumlarına yansıtan ve başarılar sağlayan bir dönem olarak benimsenmiş, çok partili siyasal sisteme geçiş sürecine kadar eğitimde laikliğin tavizsiz bir biçimde egemen kılındığı bir evre olmuştur. Ancak 1945' te çok partili döneme geçişle beraber, 1946-1950 döneminde CHP Hükümetleri programlarında Cumhuriyetin temel niteliklerini korumayı vurguladıkları halde, Köy Enstitülerinin yıpranmasına göz yummuş, millet mekteplerini kapatmışlardır. Bunların yanında 15 Şubat 1949' da ilkokul programlarına isteğe bağlı din dersleri eklenmiş, hem kuran kursları hem de imam hatip liseleri açılmıştır. Böylece dönemin sonlarında daha önceki hükümet programlarından farklı ve çelişkili bir sürece girilmiştir." (ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr - Filiz Meşeci Giorgetti, Betül Batır)
Merak etmeyin, 1950'den sonra görev yapan tüm hükümetlerin eğitim programlarını yazacak değilim. Ancak bilinen bir gerçek var; Atatürk'ün ölümünden sonra, iktidara gelen hükümetler eğitim sistemiyle oynamış, kendi siyasi görüşleri doğrultusunda "Milli Eğitim"e yön vermeye çalışmıştır. Tabiri caizse, eğitime siyaset bulaştırılmıştır. Siyaset bulaşınca da eğitim adeta bir "yap-boz"a dönüşmüştür. Demek istediğim; bugün eğitimin geldiği noktayı tartışırken, eleştirirken makul olmak gerektiği, bugüne bir anda gelinmediği bunun bir süreç olduğu ve bu süreçte görev yapan tüm hükümetlerin sorumluluğunun olduğudur.
Eğitimde sistematik olarak yapılan bu değişiklikler sonucunda (belki de istenen buydu) sorgulamayan, ezberci, amacı iyi not almak ve sınıfı geçmek olan nesiller yetişti. Bu neslin yetiştirdiği çocuklar ve öğrenciler de kendilerine benzedi. Ve bu günlere gelindi. Cahilliğin baş tacı yapıldığı, okumuşların, eğitimli olanların değersizleştirildiği ve biat edenlerin değer gördüğü bu günlere.
Bilgisizliğin sonuçlarını düzeltmek için harcayacağımız emeği, parayı, iş gününü eğitime harcarsak cehaleti yenebiliriz ancak. En büyük düşmanımız, dün olduğu gibi bugün de cehalettir çünkü...
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde, özellikle eğitim alanında reform yapmak gerekmekteydi. Çünkü millilik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilmesine ihtiyaç vardı. Bu nedenle hazırlanan Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), T.B.M.M. tarafından 3 Mart 1924 tarih ve 430 kanun numarası ile kabul edildi. Böylece ülkenin eğitim işlerinde çokbaşlılığın kaldırılması sağlandı. "Halifeliğin kaldırılması"na dair kanun ve "Şeriye ve Evkaf Vekaleti' nin Kaldırılması" hakkında kanunla aynı gün çıkarıldı.
Halkın eğitimi için, öncelikle onları eğitecek, okutacak kişileri (eğitmen - öğretmen) en iyi şekilde yetiştirmek gerekiyordu..Öyle de yapıldı. Öğretmen Okullarına en iyi öğretmenler, hatta yurt dışında eğitim görmüş olanlar atandı. Ve bu okullardan mezun olanlar, alınlarında bilgilerden çelenkle yurdun dört bir yanına dağılan, nura doğru can atan Türk gençleriydi. Hep bir ağızdan şöyle sesleniyorlardı milllete:
"Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda and içen genç arkadaş!
Öğren öğret halka hakkı, gürle coş;
Durma durma koş!
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun:
Yurdum seni yüceltmeye andlar olsun."
Atatürk'ün 10 Kasım 1938' de ölümünden sonra reformların sürdürülüp sürdürülmeyeceği sorusu gündeme gelmiş, İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığına seçilmesi üzerine reformların devam edeceği anlaşılmıştı. İnönü Dönemi'nin en önemli faaliyetlerinden biri 1940 yılında kırsal alana öğretmen yetiştirmek amacıyla on dört yerde açılan 'köy enstitüleri'nin kurulmaya başlanmasıdır. Bu köy enstitüleri 1952 yılına kadar eğitim-öğretime devam etmişler sonra da kapatılmışlardır.
"1945'ten sonra ülkede çok partili bir yaşama geçildiğinde eğitimde demokratikleşmeye daha sık vurgu yapılmıştır. Bu dönemde eğitimde atılan önemli adımlardan biri de, 1946 yılındaki çağdaş ve evrensel anlamdaki bir üniversite anlayışının ürünü olan 4936 sayılı 'Üniversiteler Kanunu' dur. Bu kanunla üniversiteler özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim birlikleri olarak tanımlanmıştır. Böylece Atatürk döneminde laik ve Batılı düşünce yapısına ve ülkenin siyasi yapısına uygun hale getirilen üniversitelerin bu dönemde siyasi kontrolden çıkarılması sağlanmıştır.
Sonuç olarak, çok büyük ölçüde Atatürk ilkelerini ve devrimlerini eğitim kurumlarına yansıtan ve başarılar sağlayan bir dönem olarak benimsenmiş, çok partili siyasal sisteme geçiş sürecine kadar eğitimde laikliğin tavizsiz bir biçimde egemen kılındığı bir evre olmuştur. Ancak 1945' te çok partili döneme geçişle beraber, 1946-1950 döneminde CHP Hükümetleri programlarında Cumhuriyetin temel niteliklerini korumayı vurguladıkları halde, Köy Enstitülerinin yıpranmasına göz yummuş, millet mekteplerini kapatmışlardır. Bunların yanında 15 Şubat 1949' da ilkokul programlarına isteğe bağlı din dersleri eklenmiş, hem kuran kursları hem de imam hatip liseleri açılmıştır. Böylece dönemin sonlarında daha önceki hükümet programlarından farklı ve çelişkili bir sürece girilmiştir." (ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr - Filiz Meşeci Giorgetti, Betül Batır)
Merak etmeyin, 1950'den sonra görev yapan tüm hükümetlerin eğitim programlarını yazacak değilim. Ancak bilinen bir gerçek var; Atatürk'ün ölümünden sonra, iktidara gelen hükümetler eğitim sistemiyle oynamış, kendi siyasi görüşleri doğrultusunda "Milli Eğitim"e yön vermeye çalışmıştır. Tabiri caizse, eğitime siyaset bulaştırılmıştır. Siyaset bulaşınca da eğitim adeta bir "yap-boz"a dönüşmüştür. Demek istediğim; bugün eğitimin geldiği noktayı tartışırken, eleştirirken makul olmak gerektiği, bugüne bir anda gelinmediği bunun bir süreç olduğu ve bu süreçte görev yapan tüm hükümetlerin sorumluluğunun olduğudur.
Eğitimde sistematik olarak yapılan bu değişiklikler sonucunda (belki de istenen buydu) sorgulamayan, ezberci, amacı iyi not almak ve sınıfı geçmek olan nesiller yetişti. Bu neslin yetiştirdiği çocuklar ve öğrenciler de kendilerine benzedi. Ve bu günlere gelindi. Cahilliğin baş tacı yapıldığı, okumuşların, eğitimli olanların değersizleştirildiği ve biat edenlerin değer gördüğü bu günlere.
Bilgisizliğin sonuçlarını düzeltmek için harcayacağımız emeği, parayı, iş gününü eğitime harcarsak cehaleti yenebiliriz ancak. En büyük düşmanımız, dün olduğu gibi bugün de cehalettir çünkü...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder