"Var" dedi ayna. "Senden çok daha güzel biri var." Kıskançlıktan, hırsından gözü döndü üvey annenin bu cevabı aldığında ve Pamuk Prenses'i ortadan kaldırmak için elinden geleni ardına koymadı. Her zaman kötüler kazanacak değil ya! Bu kez, Pamuk Prenses kazandı, üvey anne kaybetti. Öyle ya, bu bir masal sonuçta, sihirli bir ayna yok gerçek hayatta diye düşünebilirsiniz. Doğrudur. Ayna sihirli olmasa da arkasındaki sır nedeniyle beni benle yüzleştirir, tüm çıplaklığıyla. Aynadaki aksine bakan kişi, ne görmek istiyorsa onu görür ya da gerçeği. Herhangi bir camı ayna yapan arkasındaki sırdır. İnsanı insan yapan da içindeki duygular ve düşüncelerdir. Duygu ve düşünceleri çıkarılınca, insandan geriye et ve kemikten gayrı bir şey kalmaz. Dolayısıyla insanın "sır"rı ayna gibi dışta değil içtedir. İnsanın içini gösterecek ayna da henüz icat edilmemiştir.
Ayna deyip geçmemek gerek, onun da bir tarihi var. Hem de dünyada birçok toplumda farklı anlamlar ifade eden, toplumu etkileyen bir "kültür tarihi" var. 17. yüzyıla kadar, yüzeyi iyice parlatılmış düz metal levhalardan yapılan aynalar, daha sonra yerini bir yüzü çok ince bir metal katmanıyla kaplanmış cam levhalara bıraktı. Bu metal kaplamaya sır adı verildi. Günümüzden yalnızca üç yüz yıl öncesine kadar Venedik Cumhuriyeti, Avrupa' da cam eşya ve özellikle de ayna yapımının sırrına sahip tek ülkeydi. Venedikliler bu sırrı büyük bir ihtimamla saklıyordu. Ayna ve cam eşya fabrikalarını Murano adasında kurmuş ve bu adaya camcı ustalarından başkasının girmesine de izin vermemişlerdi. Bu sırrı Fransızlar, adadan zorla kaçırdıkları dört usta sayesinde öğrendi ve bundan sonra ayna yapımı bir giz olmaktan çıkmaya başladı. (tr.wikipedia.org)
İnsanda bulunan "kendini tanıma" güdüsü, "kendini keşfetme" düşüncesi, insanoğlunun evrimsel gelişimi içinde hep varolan bir özellikti. İnsanoğlu bu özelliği ilk kez doğada fark etti. Çünkü doğa ona, henüz adını bilmese de bir ayna sunuyordu. Baktığı suda kendini görüyor, bağırdığı dağda sesinin yankısını duyuyordu. Sanki doğa insana şöyle diyordu: "Bana bak ve kendini gör." Efsanevi Narkissos da suya bakmış ve kendi görüntüsünü görmüş, suya düşen kendi aksine aşık olmuş.Suya atlamış ve su üstünde beliren aksinin peşi sıra dalmış derinliklere. Dalmış ama bir daha su üstüne çıkamamış, boğulmuş. Efsanenin bir diğer yorumlanışına göre de sudaki aksinin sudan çıkmasını yemeden içmeden, oradan ayrılmadan beklemiş ve ölmüş. İşte, Narkissos'un öldüğü yerde yetişen nergis çiçeklerinin, insanoğlunun ilk kez kendini görmesinin hikayesinden günümüze kalan tek şey olduğuna inanılıyor. Ünlü psikanalist Freud'un "Narsizmi" bu efsaneye dayanarak tanımladığı ve adlandırdığı bilinmektedir.
"Ayna ilk örneklerinin görülüşünden bu yana, insanın merak duygusunu tatmin etmiş bir obje. Araştırmacılar için bilinmezlikleriyle üzerine kafa yorulan kültlerden biri olmuş hep. Güzellik duygusunun farklı şekillerde dışavurumuna öncelik ederek, belki de ilk sanat eserinin ortaya çıkışına modellik yapmış. Perspektifin icadı yolunda kullanılması ise mimariden, sanatın başka yönlerine kadar geniş bir yelpazede insanoğlunun önünü açmış, gözlerini doğru noktalara odaklandırmış. Artan bir hızla devam eden ve insanoğlunun en önemli araştırmaları arasında yer alan uzay çalışmaları sırasında da, ayna kullanılan objeler arasında yerini aldı." (Kadir İrfan Yalın, Aynanın Kültür Tarihi)
Aynanın ilk sanat eserinin ortaya çıkışına modellik edip etmediği net olmasa da, net olan bir olgu var ki, o da dünyaca ünlü Meksikalı ressam Frida Kahlo' nun ressam olmasında etkili olan aynadır. İşte Rauda JAMIS' in kaleminden bu aynanın öyküsü:
Frida Kahlo, 18 yaşındayken bindiği otobüsün trenle çarpışması sonucu ağır yaralanır. Birçok ameliyat geçirir ve aylarca yatağa mahkûm olur. Annesi Matilde, kızına moral olsun diye, Frida' nın sıradan yatağını aile fertlerinin yardımıyla krallarınki gibi sütunlu şık bir yatağa dönüştürür. Frida' ya en büyük sürpriz de yatağın tavanına asılan bir aynaydı. "Böylece, en azından kendini seyredebilirsin," dedi, girişiminden hoşnut olan Matilde.
Photo: amandaewing.wordpress.com (Aynalı Yatak)
Aynalı yatağa yatırılan Frida, güncesine şunları yazar: "Ayna! Günlerimin, gecelerimin celladı ayna. Üzüntülerim kadar acı verici görüntü. Her an, parmakla gösterilme duygusu. 'Frida, gör kendini.' 'Frida, kendine baksana.' Gizlenilecek gerçek bir gölgelik, saklanılacak kuytu bir yer yok artık, acıya teslim olup derim üzerinde iz bırakmadan sessizce ağlamak için. Her gözyaşımın genç ve pürüzsüz de olsa yüzümde derin bir iz bıraktığını açıkça gördüm. Her gözyaşı yaşamın parçalanışı.
Yüzümü, en ufak hareketimi, çarşafın kıvrımını, yükseltisini, perspektifini, yatağımda beni çevreleyen dağınık eşyaları yokluyordum. Saatler boyu, gözlendiğimi hissediyordum. Kendimi görüyordum. İçerdeki Frida, dışardaki Frida, her yerde, sonsuza değin Frida vardı.
Bu, annemin kötü bir şakası değildi. Aksine, ona göre incelikli, gerekli bir fikirdi. Onu suçlama cesaretini gösteremiyordum. Artık şiddetli mutsuzluğumu susturmak için yutkunarak, onunla birlikte yaşamam gerekiyordu.
Uzun zamandır, mektuplarımda gündelik yaşamımdan sahneleri, dileklerimi resmetme gibi bir alışkanlık edinmiştim. Arkadaşlarım, henüz okuldayken bile hep, 'Yine çiziktiriyorsun,' derlerdi. Resim mi yapıyordum, hayır pek sayılmaz, bunlar gerçekten de karalamalardı.
Ama bu üzerime gelen aynanın altında birden şiddetli bir resmetme arzusu uyandı bende. Artık sadece çizgiler çizmek için değil, bu çizgilere bir anlam, biçim ve içerik vermek için de bol bol zamanın vardı; onlardan bir anlam çıkartmak, onları yaratmak, işlemek, sıkıştırmak, birbirlerinden ayırmak, birbirlerine bağlamak, içlerini doldurmak için bol bol zaman...Klasik biçimde, öğrenmek için bir modelden yararlandım. Bu model bendim. Kolay değildi, insan kendisinin en bariz modeli olsa bile aynı zamanda da en zor modelidir. Yüzünüzün her bölümünü, her çizgisini, her ifadesini bildiğinizi sanırsınız ama her şey sürekli oyununuzu bozar. İnsan hem kendisi hem de bir başkasıdır; kendimizi tepeden tırnağa bildiğimizi sanırız, sonra birden bakarız ki, kılıfımız sıyrılır, içini doldurandan tamamen yabancı bir hale gelir. Tam kendine bakmaktan bıktığını sandığı bir anda, insan karşısındaki görüntünün kendisi olmadığını görür.
Otoportre konusundaki ısrarım hakkında bana çok soru soruldu. Bir defa, seçme şansım yoktu ve zannedersem yaptığımda bu özne-ben'in sürekliliğinin temel nedeni budur. Bir an kendinizi benim yerime koyun. Tam kafanızın üzerinde kendi görüntünüz, özellikle de bedeniniz çoğu zaman çarşafların, yorganların altında olduğundan, yüzünüz. Yani, salt yüzünüz. Takılmamak elde değil, neredeyse çıldırtıcı bir şey bu. Ya bu takıntı sizi yutar ya da siz onun karşısına dikilirsiniz. Ondan daha güçlü olmak, sizi yutmasını engellemek gerekir. Bu iş kuvvet ister, cesaret ister.
En akademik biçimde, kendi kendinin modeli, eğitim nesnesi oldum. Titizlikle çalıştım.
Babam bana boya tüpleri getirdi ve yavaş yavaş renk denemelerine başladım. Renk benim açımdan vazgeçilmez oldu. Yaşamımın, kendine bir yol bulmak için çabalayan küçük bir ateşböceğini andıran yaşamımın içinde bulunduğu karanlıkta, rengin bu vazgeçilmez niteliği belki de simgeseldi. Dünya aydınlanıyordu. Zamanın başka bir boyut kazanıyordu. Sanatın zamana ihtiyacı vardır: Kimse bunun tersini söyleyemez. Düşünmek, çalışmak, derinleştirmek için zaman gerekir. Dolayısıyla ben -kazanın bir armağanı olarak- vazgeçilmez olmasa da en azından çok değerli olan bu etkene sahiptim. Keyfime göre, ritmime göre çalışabiliyordum.
O ana kadar resim yapma arzusu duyduğumu anımsamıyorum. Ben doktor olmak istiyordum. Resimle yalnızca tüm 'Cachucha'lar gibi ilgileniyordum; özümseme arzusunda olduğumuz kültürel bir evrenin parçasıydı resim. Ama örneğin Diego' yu Ulusal Hazırlık Okulu' nun duvarına resim yaparken seyrettiğimde büyük bir zevk almıştım. Göz kamaştırıcı, harika bir şeydi. Yine de bundan hareketle resme başlayacağımı düşünmezdim.
................................
Sonuçta, ilk bakışta bana işkence çektiren aynayı kırmadım. Yoksa kendi bütünlüğüm de parçalanabilirdi. Hatta analizi daha da ileri götürürsek, görüntümü resme dökerken onu yansıtmakla kalmadım, bedenimin gerçeği olan gerçekten parçalanmış öteki görüntünün parçalarını da bir araya getirdim.
Bana eziyet edip her an beni sorgulayarak az kalsın kimliğimi elimden alacak olan aynadan görüntüyü çaldım.
Ve aslında pek de önem vermeksizin, resim yapmaya başladım.
Frida, Alejandro aşkının bir armağanı olarak sunduğu ilk tablosunu yaptığında on dokuz yaşındadır.
Dolayısıyla, resim onda "erken bir yönelim olarak" adlandırılan biçimde doğmaz. Çifte bir baskı sonucu tomurcuklanır. Başının üzerinde, onu sarsan aynanın ve su yüzüne çıkan acı dolu kendi derinliğinin baskısıdır bu. Aynı anda var olan temel iki öğe sonucu resim ortaya çıkar. Titizlikle, yavaş yavaş bir düzlem kazanır.
Matilde' nin girişimi mükemmelleştirilir. İplerle yatağın tavanına asılan bir tür resim tahtası, aynanın kullanımını tamamlayıcı olarak yerini alır. Hareketleri kısıtlı, doktorların emriyle neredeyse inmeli bir halde ve korseler içindeki Frida, işte bu cüretkar fikir sayesinde tablosunu geliştirir.
Titizlikle yapılan bu ilk portre, onu mükemmel bir kadın biçiminde temsil etmektedir. Güzel, ulaşılmaz ama mevcut, üzerinde şarap rengi, şal modeli yakası işlemeli bir elbise, kendisini seyredeceklere doğrudan yönetilmiş düzgün bir bakış vardır. Tablonun önünde, ileri doğru uzanmış, ince, uzun sağ eli fildişi gibi pürüzsüzdür. Frida elini onu tutmak isteyene uzatır gibidir. Alejandro' ya bir çağrı gibidir bu. (Frida Kahlo, Aşk Ve Acı - Rauda JAMIS, s:106-107)
Photo: listelist.com
Pablo Picasso' nun "Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz." dediği sanatçının bu kadar iyi insan yüzü çizmesinde yatağının tavanındaki aynanın yeri yadsınamaz sanırım. Mevlana' nın dediği gibi; "Aynalar türlü türlüdür. Yüzünü görmek isteyen cam'a bakar. Özünü görmek isteyen can'a bakar."