29 Ağustos 2016 Pazartesi









SANA BORÇLUYUZ TA DERİNDEN


Sana borçluyuz ta derinden
Çünkü yurdumuzu sen kurtardın
Hasta, yorgun düşmüştük
Yaralarımızı iyice sardın

Yiğittin, inanç doluydun, yapıcıydın
Sanatkardın, denizler kadar engin
Kimsenin görmediğini görürdü
Sevgiyle bakan gözlerin

Dedin ki bu millet, bu büyük millet
Yüzyıllar boyu geri kalmış
Bu yurt, bu güzel yurt, bizim yurdumuz
Her yanından yaralar almış

Dedin ki bir güzel savaşmalı
Kurmak için yeniden
Bilgiyle, inançla coşkunlukla
"Öğün, çalış, güven"

Sana borçluyuz ta derinden
Işığısın bu yurdun
Dilimizi, ulusallığımızı öğrettin bize
Çünkü cumhuriyetimizi sen kurdun

Hürriyeti sen yaydın içimize
Halkçıyız dedin halk içinden
İnançta hür yetiştirdin bizi
Borçluyuz sana ta derinden

Devrimlerle yüceltti, çok yüceltti
Bu milleti temiz ellerin
Sana borçluyuz ta derinden
En büyüğü Mustafa Kemaller' in

Cahit Külebi




30 Ağustos "ZAFER BAYRAMI" mız kutlu olsun.  O zafer kazanılmamış olsaydı, bugün Türkiye Cumhuriyeti devleti varolamazdı. Sana borçluyuz ta derinden; varlığımızı özgür kıldığın, cumhuriyeti kurduğun, devrimlerle milletimizi yücelttiğin için. Ve seni sevgiyle, saygıyla anıyorum ulu önder ATATÜRK' üm, bugün de...


Not: Kurtuluş Savaşı' nın özeti gibi duran Mustafa Kemal' in yukarıdaki fotoğrafını çeken Ethem Tem (Daha sonra ordunun resmi fotoğrafçısı olmuştur), Büyük Taarruz sırasında Atatürk ile beraber Kocatepe' dedir. 1960 yılında Fikret Otyam ile yaptığı söyleşide o günü şöyle anlatıyor:

"Taarruz şafak vakti saat beş' te başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, günler ve geceler süren yorgunluğuna rağmen ayakta, vaziyeti adım adım takip ediyor; direktifler veriyordu. Bir ara kumandanlardan ayrıldı. Tek başına kayalıklar arasında dalgın ve düşünceli dolaşmaya başladı. Zaman zaman sahra dürbünleri ile düşman cephesine bakıyordu... Bir aralık o kayalık tepenin ucuna geldi. Hafifçe eğilmişti. Başparmağı dudaklarının arasında idi....Hemen objektifimi çevirdim, adeta nefes almayacak kadar bir sessizlik içinde deklanşöre bastım, fotoğrafı çektim. Saat 11' di..."





24 Ağustos 2016 Çarşamba




ÖVGÜ ÖZGÜVENİ NASIL YIKABİLİR?





Bugünlerde çocuklarımızı övgüye boğuyoruz. Övgü, özgüven ve akademik başarının bağlantılı olduğuna inanılıyor. Fakat yeni araştırmalar aksini işaret ediyor - son on yılda gerçekleştirilen özgüvenle ilgili bir dizi çalışma, bir çocuğu "zeki" olduğunu söyleyerek övmenin okul başarısına yardımcı olmadığını söylüyor. Tam aksine, başarısının düşmesine neden olabiliyor. Çocuklar övgüye genellikle vazgeçerek karşılık veriyor "en iyisini" zaten yaptıysam niye yeni bir resim yapayım? Veya çocuk aynı performansı yineliyor - eskisi onca alkış aldığına göre niye yeni bir şey çizeyim?

1998 tarihli, bugün epey bilinen bir araştırmada, psikologlar Carol Dweck ile Claudia Mueller, on ve on bir yaşlarındaki 128 çocuğa bir dizi matematik problemi verdiler. İlk ve basit problemleri tamamlayan çocukların her birini, tek bir tümceyle övdüler. Bazı övgü tümceleri doğrudan zekayla ilgiliydi - "Çok iyi sonuç aldın, ne kadar akıllısın"- bazıları da çalışkanlıkla - "Çok iyi iş çıkardın, ne kadar gayretlisin." Arkasından çocuklara daha zor problemler verdiler. Bu seferki test sonuçları dramatikti. Çabaları için övülen çocuklar, yeni yaklaşımlar denemeye daha hevesliydi. Ayrıca daha dirençliydiler, başarısızlıklarını zeka noksanlığına değil, yeterince çaba göstermemiş olmalarına bağlıyorlardı. Zeki oldukları için övülenler başarısızlık karşısında  daha fazla kaygılanıyor, problem çözerken zaten bildikleri konuları seçme eğilimi sergiliyor, problemler zorlaştığında çaba göstermekten daha çabuk vazgeçiyorlardı. "Çok zekisin" tümcesini duymanın başta verdiği heyecan nihayetinde kaygının artmasına, özgüven, motivasyon ve performansta düşüşe neden oluyordu. Araştırmaya katılan öğrencilerden başka okuldaki öğrencilere mektup yazarak deneyimlerini paylaşmaları istendiğinde, "akıllı" çocuklardan bazıları aldıkları puanı yükselterek yalan söylemişlerdi. Kısacası tek bir övgü tümcesi çocukların özgüvenini yıkmaya, onları yalan söyleyecek kadar mutsuz etmeye yeterli olmuştu.

Çocuklarımıza övgüler yağdırmaya neden bu kadar düşkünüz?

Bunu yapmamızın nedenlerinden biri, anne ve babamızdan farklı olduğumuzu ispatlamak. Anne Enright, anneliği konu alan anıları Making Babies' te şöyle diyordu: "Eski günlerde, yani 1970' lerde İrlanda' da anneler çocuklarını istemsiz olarak, kendiliğinden kötülerdi..."Tam bir maymun"  diyebilirdi bir anne çocuğu için, ya da "sokakta melek evde şeytan". "Beni erkenden mezara sokacak" tümcesi favorilerimden biriydi. Her türlü övgünün tabu olduğu bir ülkede büyümenin bedeli buydu. Yalnızca İrlanda değil tabii, orta yaşlı bir Londralı beyden yakın zamanda dinlediklerimi örnek verebilirim: "Annem bana çocuklarıma asla söylemeyeceğim şeyler söylerdi - sivri zekalı, arsız, çok bilmiş, gösteriş meraklısı...
Kırk yıl sonra yanına gidip haykırmak istiyorum: "Gösteriş meraklısı olmak bu kadar korkunç bir şey mi?"

Küçük çocukların olduğu her yerde; çocuk parkında, Starbucks' da ya da anaokulunda arka planda övgü korosunu duyabilirsiniz: "Aferin oğlum," "Aferin kızım",  "Harikasın canım." Çocuklarımızı takdir etmekle, harika çocuklara sahip olan harika bir ebeveyn olduğumuzu çevremize sergileyip bir süreliğine kendi özgüvenimizi yükseltebiliriz - fakat aslında çocuklarımızın benlik duygusu için faydalı bir şey yapmıyoruz. Anne babamızdan farklı olmak için bunca çabalarken aslında hemen hemen aynı şeyi yapıyoruz çünkü - tıpkı düşüncesizce eleştiren önceki kuşak gibi, düşüncesizce boş övgüler dağıtıyoruz, hepsi bu. Şayet çocuğumuzu, onun dünyasını, neler hissettiğini düşünmekten kaçınmak için övgüleri peş peşe sıralıyorsak, tıpkı tenkit yağdırırken olduğu gibi aslında kayıtsızlığımızı ifade ediyoruzdur.

Çocuğun özgüvenini güçlendiren övgü değilse nedir?

Zihnen, bedenen ve duygusal açıdan hazır bulunduğumuzu göstermek çocuğun özgüvenini güçlendirir çünkü çocuğa hakkında düşünmeye değer olduğu bilgisini verir. Bu olmadan, çocuk yaptıklarının kendi içinde bir amacı olmadığı, yalnızca övgü almaya yaradığı düşüncesine kapılabilir. Ona dikkatimizi verip özen göstermiyorsak, çocuktan dikkatini verip özen göstermesini bekleyebilir miyiz?

Bütün benliğimizle orada olmak, çocuklarımızla, dostlarımızla, hatta kendimizle baş başayken bile zordur. Fakat birinin özenli dikkatini hissetmek, birinin hakkımızda düşünmeye çalıştığını duyumsamak - hepimiz övgüden çok bunu istemez miyiz?

Stephen Grosz - İncelenen Hayatlar, Kendimizi Nasıl Yitirir, Nasıl Buluruz kitabından alıntıdır.





20 Ağustos 2016 Cumartesi




EŞEKLİ KÜTÜPHANE...





Cumhuriyet kuşağından bir ademoğlunun heyecanına, yokluk ve yoksunluk yıllarının yaratıcılığına, kitabın su kadar, hava kadar elzem olduğunun farkına varmış bir kütüphane memurunun çabasına dairdir öykümüz...

Mustafa Güzelgöz, 1946 yılının Ekim' inde atanır Ürgüp Kütüphanesi' ne. Genç bir kitap tutkunu olarak....

Bırakın kara trenleri, eski usul otomobillerin dahi geçemediği, arşınlamanın dahi zor olduğu taşlı yolların ardındaki köyleri, kitap yüzü görmemişleri kestirir gözüne,
"İnsan kitaba gideceğine, kitap insanın ayağına gelmelidir" diye tutturur. O uzak bölgeler için kitabın çölde vaha sayıldığı günlerdir bir de...

Ve göreve başlamasından birkaç yıl sonradır ki, alır izni amirinden ve biner eşek sırtına, kitap taşır köylere, kasabalara...İlk yıl, ikinci yıl, olmuştur işte. Ödünç kitaplar bir bir genç beyinlere, kitap meraklılarına tutuşturulmuştur.

Derken, daha fazla diye diye, bir yardımcı ister amirinden. Ama eşekli ve en az ilkokul mezunu olması şartını da koyarak. Hayrettir ama, ilk anda komik bulunan bu talep devletçe karşılanır. Ve işte o andan itibaren büyük bir serüven başlar, 30 yıl süren.

Ayaklı kütüphaneye dönüşen eşeklerin sırtında, Güzelgöz bir yoldan, yardımcısı diğerinden başlarlar kitap dağıtmaya, kitap okutmaya. Karacaoğlan' dır, Hayber Kalesi' dir ve benzeridir. Ağır olmayan kitaplar taşınır sıkça. Talep arttıkça arz da artar. Klasikleşir kitaplar.
Hayat işte, derler ki eşekli kütüphanecinin kitap saldığı köylerde kız kaçırma da azalır, kan davaları da.

Ve ne olur?
Güzelgöz' e 63 yılında Amerikan Barış Gönüllüleri Derneği, "İnsanlığa ve Barışa Hizmet Ödülü" verir, Kennedy imzasıyla.
Ne olur, ülkeden ve dünyadan kitap desteği yağar Güzelgöz' e...

Ve ne olur, armağan Jeep' e biner bir gün Güzelgöz! Ama ilk göz ağrısı eşeği unutmadan, üstünden inmeden.

Ve tabii ki ne olur, 72' de emekli olur, 2005' in Ocak' ında da huzurla göçüp gider!

Tarihe not düşülür; Bu dünyadan eşekli kütüphaneci geçti. Güzel ve aydınlık geçti!

KAYNAK: Nebil Özgentürk, Türkiye' nin Hatıra Defteri (1923' ten Günümüze. DenizKültür Yayınları No:25)




"Kütüphanecilik alanında yaratıcılığın, özellikle de halk kütüphaneciliğinde yerellik ve bunun özgünlüğünü, bu özgünlüğe bağlı etkinliklerin önemi açısından Mustafa Güzelgöz, dünya kütüphaneciliği içindeki haklı yerini almış bulunmaktadır. Güzelgöz, yaratıcılığı ve özgünlüğünü Ürgüp ve köylerine eşek sırtında taşınan kitaplar ötesine taşımayı başarmış; kütüphanenin işlevini yalnız kitap, bilgi sanan bir yer olma dışında ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeye katkı sağlama biçiminde de yansıtmayı becermiş ender rastlanacak bir örnektir."
Eşekle Gelen Aydınlık - Mustafa Güzelgöz Kitabı (Aydın İleri-Tayfun Talipoğlu)

Ülkemizde ve dünyada Eşekli Kütüphaneci olarak tanınan kitap tutkunu Mustafa Güzelgöz'ü tanıtmak istedim; zor şartlarda, yolu izi olmayan köylere eşek sırtında kitap götüren, hayatında kitap görmemiş insanları kitapla tanıştıran ve onlara okuma alışkanlığı kazandıran bu azimli ve çalışkan kütüphaneci unutulmasın, hatırlansın diye. Günümüzde kitaba ulaşmak çok kolay ama okur bulmak zor. Oysa, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, teknolojik ürünler (internette yer alan kitap özetleri, oyunlar, bilgier ve benzeri) kitap okuma zevkinin  yerini alamazlar... Okumaya hem de çok okumaya ihtiyacımız var.


Not: Eşekli Kütüphanecinin yaşam öyküsünü, yazar Fakir Baykurt, "Eşekli Kütüphaneci " eserinde romanlaştırmıştır.

Ayrıca yazar Ahmet Şerif İzgören " Süpermen Türk olsaydı Pelerinini Annesi bağlardı" adlı kitabının girişimcilik bölümünde Mustafa Güzelgöz' ün hikayesini anlatmaktadır. (tr.wikipedia.org)




12 Ağustos 2016 Cuma




BİR MUTLULUK ÖYKÜSÜ


Çok güçlü bir büyücü, bütün bir ülkeyi yok etmek ister, o ülke halkından herkesin su çektiği bir kuyuya sihirli bir madde atar. Kuyunun suyunu kim içerse delirecektir. 

Ertesi sabah, herkes kuyudan su çekip içer, hepside delirir. Yalnızca kraliyet ailesi, kendilerine ait özel bir kuyudan su çektiklerinden sihirbaz da o kuyuyu zehirlemeyi beceremediğinden, delirmezler. Tabii  kral çok kaygılanır, halkının sağlığını ve güvenliğini sağlamak için bir dizi emir verir. Ancak polisler ve müfettişler de halkın içtiği sudan içmiş olduklarından, kralın emirlerini saçma bulur, uygulamazlar.
Ülkede yaşayanlar kralın emirlerini duyduklarında onun çıldırdığına inanırlar, hep birlikte şatosunun önünde toplanıp tacını ve tahtını bırakması için gösteriler yaparlar. Umutsuzluk içindeki kral tahtından inmeye hazırlanırken kraliçe ona engel olarak der ki, "Gel biz de o kuyunun suyundan içelim, o zaman biz de onlar gibi oluruz."

Ve öyle yaparlar: Kral ile kraliçe' de cinnet suyunu içip anında saçma sapan konuşmaya başlarlar. Bu durumda halk taşkınlığından dolayı pişman olur; öyle ya madem kral bu kadar bilgece konuşuyor, onu alaşağı etmenin bir anlamı yoktur. 

Ülkede barış ve huzur yeniden hüküm sürer, bu halk komşularından epeyce farklı bir hayat tarzı benimsemiştir, ama kral ölümüne dek ülkesini yönetebilmiştir.
Paulo Coelho - Veronika Ölmek İstiyor (s:41)

Aynı kuyunun suyunu içmiş olanlar, kendilerini normal sanırlar, çünkü hepsi aynı şeyleri yapıp dururlar. Mutlu olmak istiyorsanız, onların kuyusundan su içmiş gibi yapın. Bakın o zaman hayat ne güzel ve de ne rahat...

3 Ağustos 2016 Çarşamba




VERONİKA ÖLMEK İSTİYOR




Paulo Coelho' nun "Veronika Ölmek İstiyor" romanını ikinci kez okudum. Bazı kitaplar vardır, ki yeniden okumak istersiniz. Ya kitabı çok beğenmişsinizdir, zaman geçince unutmuşsunuzdur ve hatırlamak için yeniden okursunuz ya okuduğunuz kitapta kendinizden çok fazla şey bulmuşsunuzdur ve kendinizle yüzleşmek istercesine o kitabı yeniden okursunuz ya da Arthur Schopenhauer' in söylediği gibi; "Kitabın başlangıcı sonunun bilinmesini gerektirirken, son da aynı şekilde başlangıcın bilinmesini gerektirir. Bu durumda ilk okuma ikinci okuyuş sırasında başlangıçla son ya da diğer parçalar arasındaki bağlantıyı kurmak için gereklidir ve asıl okuma ikinci okuma olacaktır." görüşüne katılarak  bir kitabı ikinci kez okumak isteyebilirsiniz elbette.

Hangi gerekçeyle olursa olsun ikinci okumaların tadı bir başka oluyor diyerek kitabın konusuna geçeyim. Veronika, görünüşte her istediğine sahip, 24 yaşında genç ve güzel bir kadındır. Yeterince güzel, renkli bir yaşamı vardır. Her gün başka erkeklerle gezer, dolaşır, zaman geçirir. Ama Veronika mutlu değildir. Yaşamında bazı şeylerin eksikliğini hisseder ve ölmeye karar verir. Bu kararı almasının iki nedeni vardır. Bu nedenlerin birincisi; Veronika' nın hayatında her şeyin çok güzel olmasıdır. Bu güzellik ve mükemmellik hayatını monotonlaştırmıştır. Veronika bu tekdüzelikten çok sıkılmıştır. İkinci neden daha somuttur. Ona göre, dünyada her şey kötüye doğru gitmektedir ve Veronika bu durum karşısında acizdir; değişen ve kötüleşen dünya şartlarına karşı elinden hiçbir şey gelmez çünkü. Bunları düşünerek aşırı dozda uyku ilacı içer ve intihar eder ama kurtarılır. Kurtarıldıktan sonra,  Veronika gözlerini, Ljubliyana' nın ünlü akıl hastanesi Villete' de açar. Dr. İgor Veronika' ya "İntihar denemesinin kalbinde tedavisi mümkün olmayan bir hasara yol açtığını; bu nedenle bir haftalık ömrünün kaldığını söyler."
Veronika bunu öğrendikten sonra, tekrar kendini öldürmeye kalkışır ama yakalanır. Daha sonra da  durumunu kabullenir. 
Gerçekte Veronika' nın kalbi sapasağlamdır ve kendisi de sağlıklıdır. Dr. İgor, üzerinde çalıştığı  tezini Villete' ye yatırılan Veronika üzerinde denemeye karar vermiştir sadece. Dr. İgor' un tezine göre, insana, kendini öldürmek isteyen bir insana yaşama bilinci ölüm bilinciyle aktarılır. Yani kendini öldürmek istemiş ve başarısız olmuş birine, birkaç günlük ömrü kaldığı söylenirse, o kişi fazladan yaşadığı her günü bir "mucize" olarak görecek ve ona göre yaşayacaktır. Veronika da Dr. İgor'u yanıltmaz ve yaşadığı her günü mucize olarak görmeye ve yaşamaya başlar.

Villete' de kaldığı sürece çeşitli insanlarla, çeşitli dünyalarla tanışan Veronika, yabancısı olduğu yeni duyguları keşfeder: Kin, korku, aşk, hatta cinsellik. Ayrıca daha önceden bilmediği, tanımadığı başka başka Veronikaları keşfeder içinde. Bu çok hoşuna gider.  Eduard adında, şifa bulmaz bir şizofrene aşık olur. Yıllardır hastanede yatan ve neredeyse hiç kimseyle iletişim kurmayan Eduard da  önce Veronika' nın çaldığı piyanodan yükselen melodilerle, daha sonra yakın temasla Veronika' yla iletişime geçer. 

Veronika ölümü beklerken, çevresindeki insanları gözlemlerken varoluşunun her dakikasının yaşamla ölüm arasında bir seçim olduğunun farkına varır. Ve ömrünün son günlerini istediği gibi yaşayabilmek, Ljubliyana sokaklarında özgürce dolaşabilmek için Eduard ile birlikte hastaneden kaçarlar. Tabii ki,  Dr. İgor' un göz yummasıyla gerçekleşir bu kaçış.

Delilik üzerine yazılmış ve okuduğum en güzel kitaplardan biridir Veronika' nın öyküsü. Sonunu merak ediyorsanız, romanı okumalısınız. Ha, bir de kitap filme aktarılmış. Filmi izledim ama asla kitabın tadını vermiyor, belirtmeliyim. 

Kitabın arka kapak yazısında şöyle yazıyor:  "Paulo Coelho, bu yeni kitabında, çağımız insanını rahat bırakmayan delilik olgusunu işliyor; toplumun normal kabul ettiği kalıpların dışına düşen insanları anlatıyor. 
Veronika Ölmek İstiyor, farklı düşünceleri yüzünden sık sık başka insanların önyargılarını göğüslemek zorunda kalanlar için değişik bir yaşam tarzı bulma ihtiyacını irdelerken, insanlığın temel sorunlarından birini içeriden bir yaklaşımla ortaya koyuyor." 

Toplum (mahalle) baskısından kurtulmak için "deli" numarası mı yapmalı:" Delidir, ne yapsa yeridir" diye sadece delilere hoşgörü gösteren  bu "akıllı"  dünyada.