25 Aralık 2023 Pazartesi

 



YENİ BİR YILA GİRERKEN




İnsan yeni bir şey aldığında sevinçlidir, yeni bir hayata başlarken umutludur, yeni sevdalara tutulurken mutludur. Yeni olan ne varsa değerli ve kıymetlidir onun için. Yeninin bir gün sonra eskiyeceğini, bir başka yeni elde edildiğinde elindeki yeninin eski duruma düşeceğini bilmeden hep yeniler peşinde koşar durur. Bu koşuda istek ve arzuları yenilenirken, aslında kendisi eskir farkında değildir! 

Yeni bir yıla girmeye az kalmışken, yılın başına eklediğimiz yeni sözcüğü hakkında birazcık düşündüm. 2023'ü yolcularken adı eski yıl, 1 Ocak  itibarıyla aynı zaman dilimi saat 24'ten sonra 60 saniye geçince, ansızın "yeni yıl" oluveriyor. Aslında ezelden beri hiç değişmeyen zamanı insan kendisine uydurmak için dilimlere ayırmış ve adlandırmış. Zihnimizde bu adlandırmalarla uyumlanmış ve geçip gittiğini varsaydığı zamana eski, geleceğini varsaydığı zamana da yeni demiş. Yani insanoğlu/kızı kendini zamana uyduramayınca, zamanı kendine uydurmuş! Böylece  zamanı kaybetmediğini sanırken zaman çoktan onu kaybetmiş!

John Steinbeck Cennetin Doğusu kitabında zamana ilişkin şöyle yazar: "Zaman aralığı, zihinde garip ve çelişkili bir meseledir. Rutinle geçen bir sürenin ya da olaysız bir sürenin insana bitmez tükenmez geleceğini varsaymak mantıklıdır. Öyle olması gerekir, ama değildir. Hiçbir süresi olmayan zamanlar, sıkıcı ve olaysız zamanlardır. İlgiyle renklenmiş, trajediyle yaralanmış, sevinçle bölünmüş zamanlar ise hatırada uzun görünen sürelerdir. Düşünülürse öyle de olması gerekir. Olaysızlığın direği yoktur ki üzerine bir süre asabilesiniz. Hiçbir şeyden hiçbir şeye geçen zaman sıfırdır." Bu nedenle zaman denilen kavram ayrım yapmaz; takvim düzeni ve saat dilimleri herkes için aynıdır ve adildir.

2023 yılı nasıl geçti anlayamadım. Acaba hiçbir şeyden hiçbir şeye geçen zaman olduğu için mi? Bunu düşünmeyi erteleyip, alışılageldiği üzere yeni bir yıl için sizlere güzel  dileklerimi sunayım. 

Bu yazımı okuyan siz değerli okurlara, 2024 yılında mutluluklar (göreceli ve öznel olsa da) diliyorum. Ve de evlerinize "Huma Kuşu" girsin ya da üstünüze bu kuşun gölgesi düşsün diyorum...

Not: 

- Efsanevi bir kuş olan Huma Kuşunun yükseklerde uçması ve asla yere inmemesi nedeniyle ayaklarının olmadığına inanılır. Huma (Dilimize Farsçadan gelmiştir) kelimesinin anlamı "mutluluk getiren" olarak bilinmektedir. Huma kuşunun olduğu yerde mutluluk ve huzur olduğu söylenegelmektedir. Türk Mitolojisinde Huma kuşu  Umay Ana olarak bilinmekte, Umay Ana'nın bereket ve huzur getirdiğine inanılmaktadır. Efsaneye göre diğer bir adı "Devlet Kuşu" olan Umay (Huma Kuşu), yeryüzüne kanatlı bir kuş olarak inmekte,  gölgesine erişebilen kişinin devlet yöneteceği ya da padişah olacağı da söylenmektedir.

- Dileğimdeki mutluluk kelimesi, psikolojide kullanılan "öznel iyilik durumunu" ifade etmektedir. 



15 Aralık 2023 Cuma

 



ADI MASKELİ AMA MASKESİZ, BALO AMA ŞATAFATSIZ, OPERA AMA SİNEMA. HANGİSİNİ İZLEDİM ACABA?



11 Aralık 2023 Pazartesi gecesi Ankara Devlet Opera ve Bale salonunda, Verdi'nin "Maskeli Balo" operasını izledim. Sadık bir opera izleyicisi olarak hayal kırıklığına uğradım diyebilirim. Önce kısaca Maskeli Balo operasının konusunu ve tarihsel süreçte operanın librettosunun değişime uğrama nedenlerini de kısaca yazmalıyım. 

G. Verdi tarafından bestelenen Maskeli Balo'nun (Un ballo in maschera) librettosu , Antonio Somma tarafından yazılmış olup gerçek bir olaya dayanmaktadır. Dünya prömiyeri Roma'da 17 Şubat 1859'da yapılmış. Ülkemizde ise ilk kez 1946-47 sezonunda sergilenmiş. 

Operanın konusu gerçek bir olaya; 1792 yılında İsveç Kralı III. Gustav'ın bir maskeli baloda suikast sonucu öldürülmesine dayansa da, libretto defalarca sansüre uğradığından (bir kralın suikasta uğrayarak öldürülmesi Avrupa'daki diğer kralların ve Aristokratların hedef olabileceği düşüncesiyle sansürlenmiş) libretto değiştirilmiş ve böylece operanın sahnelenmesi sansürden kurtulmuş. Librettoda yapılan değişikliğe göre; operanın konusu Boston 'da (Amerika) geçmektedir. Boston Valisi Ricardo, sağ kolu ve en yakın arkadaşı Renato'nun karısı Amelia'ya aşık olur. Önceleri karşılıksız olduğunu düşündüğü aşkın karşılıklı olduğunu öğrenir. Amelia da Ricardo'ya aşıktır. Bir gün, Vali Ricardo, ünlü büyücü ve falcı Ulrica'nın mağarasına  gizlice tebdili kıyafet giderek saklanır. Amelia ünlü büyücü Ulrica'dan yasak aşkına çare bulmasını istemektedir. Amelia, mağaradan çıktıktan sonra Ricardo da ünlü büyücüden kendi falına bakmasını ister. Ulrica, Ricardo'ya elini sıkan ilk kişi tarafından öldürüleceğini söyler ama bu kehanet Ricardo'yu sadece eğlendirir. Ve sonunda dostu, arkadaşı Renato tarafından maskeli baloda öldürürlür.

Üç perdelik operayı rejisör Ayşe Dağıstanlı Parlar sahneye koymuş. Dekor tasarımı Özgür Usta, kostüm tasarımı Aydan Çınar, video prodüksiyon ise Ahmet Şeren tarafından yapılmış. Rejisör Ayşe Dağıstanlı Parlar bu klasik operayı, modern şekle getirerek ve de yaratıcılığını kullanarak sahnelemiş. Emeğine sağlık olsun ama iyi  bir opera izleyicisi olarak operada uygulanan tekniği (video prodüksiyon), dekor ve kostümleri hiç beğenmedim. Dekor ve kostümler sanki bütçe azlığından baştan savma tasarlanmış ve dikilmiş hissi uyandırdı bende. Son sahnedeki baloya dek tüm giysiler siyah, beyaz ve gri renkteydi. Adeta opera değil de siyah-beyaz bir film izliyor gibiydim. Bunda üç perde boyunca, sahnedeki sanatçıları gölgede bırakan video prodüksiyonun da katkısı oldu şüphesiz. Sahnedeki sanatçıların hareketsizliği karşısında videodaki sanatçıların bale mi, modern dans mı olduğunu kestiremediğim danslarıyla "ne alaka yaa" durumundan bir türlü kurtulamadım. Üst yazıyı mı okusam, sahneyi dolduran ve bir film şeridi gibi akan videodaki dansları mı izlesem, yoksa sahnedeki sanatçıları mı dinlesem üçlüsü arasında gidip gelerek bir türlü oyuna odaklanamadım.

Oyunda, ilk hayal kırıklığını heyecanla beklediğim perdenin açılmasıyla yaşadım. Perde açıldı. Sahnede kalabalık bir oyuncu topluluğu, hiç kıpırdamadan taş kesilmiş gibi duruyor. Kıyafetleri istisnasız tek tip; kaba ve zevksiz öylesine özensiz dikilmiş. Bana Mao dönemi Çin'deki tek tip kıyafetlerin sitilini hatırlattı! Hani oyunun konusunu bilmesem, bu kıyafetler nedeniyle olay Çin'de geçiyor diyebilirdim. Bunu geçtim diyeyim, videodaki jenerikte akan isimlerin sahnedeki sanatçıların isimleri olduğunu düşünürken, isimlerin elimdeki listeyle benzerlik taşımadığını görünce videodaki dansçıların isimleri olduğunu tahmin ettim. Burada da bir açıklık yoktu ne yazık ki. Üstelik sahnede hiç kıpırdamadan duran ve jeneriğin bitmesini sabırla bekleyen sanatçılara saygısızlık yapıldığı kanaati de uyandı bende. Eminim böyle düşünülmemiştir ama seyirci olarak bende uyandırdığı his bu oldu.

İkinci perdede soprano Amelia'nın detone olmasını insanlık hali diye geçiştirebilir, olur bazen böyle şeyler diyebilirim, ki aslında iyi çalışılmış bir operada olmamalı. Ancak üçüncü perdede öyle bariz hatalar vardı ki, bu durumu da seyirciye saygısızlık olarak görmeme neden oldu. Yani nasıl olsa seyirci anlamaz; madem librettoyu değiştiremiyoruz, biz de kostümleri değiştiririz mantığıyla konu işlenmiş. Dikkatli bir seyircinin gözünden kaçmayacak iki örnekle ne demek istediğimi anlatayım: Öncelikle üçüncü perdede siyah, beyaz ve griden renkli tonlara geçen kostümler (maskeli balo olduğu için mecburen) renkli çuvallardan, dikilmeden öylece sanatçıların tek tip elbiselerinin üzerine geçirilmiş gibiydi. Kumaş ince olduğu için altından elbiseler seçilebiliyordu. Hele sahne ışıklarında bunu görmemek imkansızdı. Vali Ricardo'nun kostümü ise balo için değil de sanki evinde yeni  banyodan çıkmış beyaz renkli bornozu sırtına geçirmiş gibiydi. En azından balodaki kıyafeti özenli olabilirdi. Bir başka örnek valiye suikast düzenleyecek olan Samuel ve Tom'un kıyafetlerindeki renk uyumsuzluğuydu. Üst yazıda, maskeli baloda Samuel ve Tom "gök mavisi elbise ve sol yanında  şerit gibi bağlanmış kırmızı eşarplar" giyinmeye ve birbirlerini bu kıyafetle tanıyacaklarına karar veriyorlar ama sahnede kırmızı eşarpsız koyu gri kostümlerle dolaşıyorlar. Yine üst yazıda Oscar, suikastçılara Vali Ricardo'nun maskeli baloda "göğsünde pembe bir kurdele olan siyah bir pelerin" giydiğini söylerek valiyi bulmalarının ipucunu veriyor. Ama Ricardo'nun kostümü bembeyaz! Bunları düşünürken " Eyvah! Neredeyse yanlış birine suikast düzenleyecekler diye içimden geçti. Üst yazıda karar verilen kıyafetlerle sahnedeki sanatçıların kostümleri birbirini tutmayınca da Ricardo'yu kimin öldürdüğünü anlayamadım.  Önceki sahnelerden karısıyla yasak aşk yaşadığına inanan Renato'nun, Vali Ricardo'dan öç alma duygusuyla onu öldüreceğini söylemesiyle katili tahmin ettim sadece. O sırada videoyu izliyordum herhalde. Zihnim, üst yazı, video ve de sahne üçlemesi arasında sürekli gidip gelmekle bitap düşmüş olmalı!!

Opera bittiğinde ilk kez yazık oldu üç saatime dedim. Evde You Tube'den Verdi'nin "Maskeli Balo" müziğini dinlemekle, opera sahnesinde orkestradan canlı dinlemekle aynı keyfi alırdım diye düşünmeden edemedim. Sahi ben opera sahnesinde gerçekte ne izledim? Opera mı, bale mi, modern dans mı, yoksa sadece Verdi'nin müziğini mi dinledim?

Notlar:

- İlk kez opera izlemeye gelenlerin bu operayı izledikten sonra, ikinci kez opera izlemek için geleceklerini düşünmüyorum.

- Eğer operaya ayrılan bütçe yetersizse, baştan savma bir opera sahneye konulmasındansa, hiç sahnelenmemesini yeğlerim.

- Eskiden eseri tüm ayrıntılarıyla anlatan kitapçıklar basılır ve ücretli olarak satılırdı. İzleyicilerden isteyenler bu ücreti seve seve öderlerdi ve perde açılmadan önce okuyup nasıl sahnelendiğini, oyunun hangi aşamalardan geçtiğini okurlardı. Şimdi kısacık bilgi veren broşürler bedava ama oyun hakkında yetersiz bilgiye sahip. Örnek: 24 Nisan 2004 Cumartesi günü prömiyerini izlediğim üç perdelik "Yevgeni Onegin" operasının kitapçığı (tabii kitapçık denilebilirse, adeta kitap) tam 76 sayfa.

- Opera binasındaki tuvaletler çok pisti. Tuvalet kağıdı yoktu. Sensörlü sifonlar bozuktu ve işlemiyordu. Tabiri caizse petrol istasyonlarındaki umumi tuvaletler bile buradakinden daha temizdir. Bu durumla ilgilenileceğini ve gereğinin yapılacağını umuyorum. Ankara Devlet Opera ve Bale binasına hiç mi hiç yakışmıyor çünkü.



Görseller tarafımdan çekilmiştir.



 



REMARQUE'IN İNSANLARI SEVMELİSİN ROMANINDAN 11 ALINTI



Özellikle güzel ülkemiz ve Avrupa devletleri mülteci sorunlarıyla uğraşırken ve mülteci akınını durdurmak için topu birbirlerine atarken iki dünya savaşı ve sonrasında, hiçbir yerde istenmeyen mültecilerle ilgili devletlerin tavrına ilişkin pek bir değişiklik olmadığını Remarque'ın kitabını okuyunca anlıyor insan. Romanda, savaşın alevlerinin sönmeye başladığı yıllarda mültecilerin sınırdan sınıra kovalanması ve çektiği sıkıntılar anlatılmaktadır. Sığınmacılar kendi ülkelerinin vatandaşlığından atılmış, kimliksiz, pasaportsuz hiçbir ülke tarafından kabul edilmemektedir. Romanı okurken; sığınmacıların sığınamadığı dünya, günümüz dünyası için de çok tanıdık geldi doğrusu.

Romandan seçtiğim alıntılar:

-"Kötü bir çağdayız. Barış toplarla, bombardıman uçaklarıyla korunuyor. İnsanlık ise, toplama kamplarıyla, toptan öldürmelerle. Bütün değer ölçülerinin altüst edildiği bir zamanda yaşıyoruz Kern. Bugün saldırgana barış koruyucusu, kamçılanana ve kovalanana ise dünya düzenini bozan deniyor. Üstelik bir sürü millet de buna inanıyor." (s: 110)

-"Yanı başında birisi ölürken sen bunu duyamazsın. Dünyanın bahtsızlığı da budur işte. Acımak ıstırap değildir. Acımak, başkasının felaketi karşısında duyulan gizli bir sevinçtir. Bu felaket kendimize veya sevdiğimiz birisine gelmediği için aldığımız rahat bir soluktur." (112)

-"Kötüler daha sert oluyor, bu yüzden de daha çok dayanıyorlar." (s:114)

-Kern suratını asarak, "Kimi zaman şu mülteci lafını duymak bile sinirimi bozuyor," dedi. Marill güldü. "Saçma. Toplulukların en iyisinin içine girmişsin. Dante bir mülteciydi. Schiller yurtdışına gitmek zorunda kalmıştı. Heine ile Victor Hugo da öyle. Bunlar sadece birkaçı. (s:117)

-"Blöf çağında yaşıyoruz, sizin ise bunu hala öğrenmediğiniz anlaşılıyor. Demokrasinin yerine demagoji geçmiş bulunuyor. Bu da doğal bir sonuçtur."(s: 190)

-"Yargıç omuzlarını kaldırdı. "Size ben yardım edemem. Ceza vermek zorundayım. En az ceza da on dört gün hapistir. Kanun böyle. Mülteciler selinden yurdumuzu korumak zorundayız." (s: 286)

-"Yeryüzündeki en korkunç şey nedir bilir misiniz? Yine aramızda kalsın, sonunda her şeyin alışkanlık halini almasıdır. Karşısında kendimizden geçtiğimiz şeylerde bile bu böyledir." (s: 292)

-"İnsan kendi aşırılıkları içinde büyüktür. Sanatta, aşkta, budalalıkta, kinde, bencillikte ve fedakarlıkta da bu böyledir. Ama dünyada çok kimsede olmayan şey, orta derecede de olsa, iyilik duygusudur." (s: 361)

-"İyi bir hafıza, dostluğun temeli ve aşkın mahvolmasıdır." (s:362)

-"Kağıdın verdiği tiksinti duygusunun şerefine içelim Huber. Kağıdın insan üzerinde böylesine bir egemenlik kurmuş olması doğrusu şaşılacak şey. Atalarımız gök gürültüsünden, yıldırımdan, kaplandan ve depremden korkardı. Daha yakın atalarımız kılıçtan, haydutlardan, salgın hastalıklarla Tanrı'dan korktular. Bizse, ister banknot olsun, ister pasaport basılı kağıtların karşısında titreşip duruyoruz. Mağara adamı koca sopalarla, Romalı kılıçla, ortaçağ insanı vebayla yok edilirdi., bizleri ise bir kağıt parçasıyla imha ediyorlar." (s: 368)

-"Yaşasın fertçiliğin yok edilişi! Eski Yunan'da, düşünmek bir üstünlük belirtisiydi. Sonra bir mutluluk oldu. Daha sonra da bir hastalık. Bugün ise cinayet sayılıyor. Uygarlığın tarihi, onu yaratmış olanların ıstıraplarının da tarihidir." (s:380)

Not: Nansen pasaportu: 1917 devriminden sonra yurtlarından kaçan Beyaz Ruslara ünlü kutup kaşifi Nansen'in aracılığıyla Birleşmiş Milletler tarafından verilen pasaporttu. Bu sayede Rus mültecilerin hepsinin Nansen pasaportu ve çalışma izni vardı. Ama diğer ülke mültecilerinin Nansen pasaportu yoktu. Çalışma izinleri de olmadığı için açlıktan ölüyorlardı.




8 Aralık 2023 Cuma

 


GRILLZ (DİŞ MÜCEVHERLERİNİN) BİLİNMEYEN TARİHİ




"Geleneği Yaşatmak" adlı bir belgeselde, Kırgızistan'da yüzlerce yıldır devam eden kartal avcılığı ve ok atma geleneğinin günümüzde de sürdürüldüğünü ve kültürel aktarımın nasıl yapıldığını izledim. Geleneksel ok atmayı, çocuklara öğreten, ödüller almış Kırgız kadının altın dişini görünce, aklıma Anadolu'da altın dişe yazılan türkü geldi; altın dişli Heyriye, gel beriye beriye diye söylenen. Altın dişin sadece Asya kıtasındaki halklara özgü olup olmadığını merak etmem de altın dişin tarihini araştırmama vesile oldu. :)

Arkeologlar 20. yüzyılın başlarında Giza'da diş mücevherlerine sahip iki mumya keşfetti. Bu keşif diş mücevherlerinin en eski örneğiydi. Bu buluntular M.Ö. 2500 yılına tarihlendirildi. Yapılan araştırmalar sonucunda Etrüsk kadınlarının M.S. yüzyılına kadar diş mücevherlerini kullandığını gösterdi. Etrüskler, İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yer alan Etruria bölgesinde yaşamış ve M.Ö. 6. yüzyıla dek varlığını sürdürmüş, döneminde ileri bir uygarlığa sahip bir halktı.

Etrüsk kadınlarından bazıları, altın diş taktırabilmek için ön dişlerini çektiriyorlardı. Etrüsk kadınları, kendilerinden sonra gelen Yunan ve Romalı kadınlardan daha fazla medeni haklara sahiptiler. Mülk sahibi olabilirler ve kocalarıyla kamusal alandaki toplantılara katılabilirlerdi. Kadınların altın dişleri de aslında bu cinsiyet eşitliğini temsil ediyordu. 

Benzer biçimde, okyanus ötesinde Mayalar da diş aksesuarlarını kullanıyorlardı. Ancak diş mücevherleri sadece elmas ve altından yapılmamıştı. Yeşim taşı gibi değerli taşlar da diş aksesuarı olarak kullanılmaktaydı. Maya toplumunda, üst sınıfa mensup olanlar üst dişlerine yaklaşık üç milimetre çapında delikler açar ve bu delikleri yeşim taşıyla doldururlardı.

Bernardio de Sahagun (1492-1590) adlı bir keşişin yaptığı araştırmalara göre Aztekler de Mayalar gibi dişlerine muhakkak kıymetli taşlar yerleştirerek  çürüğün sebebi olan diş kurtlarından korunmuşlardır. 



Dişlerin görüntüsünü değiştirme arzusu Antik Yunan ve Roma dönemlerinde de devam etti. Ancak bu dönemde kadınlar Etrüsk kadınları gibi özgürce diş mücevheri kullanamıyorlardı. Çünkü pahalı ürünler kullanmak ve zenginliği göstermek erkeklere özeldi. Daha sonra, özellikle Orta Çağ'da Avrupalı soylu kadınlar, tekrar altın diş kullanmaya başladı.

Güneydoğu Asya'da altının insanları kozmolojik güçlere bağladığı düşünülüyordu. Filipin mitolojisine göre dünyanın yaratıcısı Melu'nun dişleri saf altındandı. Bu nedenle Filipinliler de dişlerini oyup altınla dolduruyorlardı. Filipinlerdeki en eski buluntular M.S. 1300 yılına tarihleniyor.

Eski insanlar dişlerini altınla kaplatarak hem diş sağlığını korumuş hem de altın diş sayesinde zenginliğini ve gücünü göstermiştir. Bugün Türkmenistan'da altın diş sahibi olmak halen itibar ve zenginlik göstergesi sayılmaktadır. 

Eski inanışlara göre insan, eşyaları, kıyafetleri ve değerli sayılan mücevherleri ile diğer dünyada yaşamlarını sürdürebilmektedir. Dişlerini altından yaptırarak öteki dünya için de bir nevi hazırlık yapıyorlardı.  

90'ların sonlarında altın dişler Tacikistan'da büyük bir trenddi, ta ki artan altın fiyatları ve Batı etkisi popülaritesini düşürene kadar. Altın dişler Özbekistan'da ise hala popülerliğini koruyor. Türkmenistan'ın ilk Cumhurbaşkanı Saparmurat Niyazov'un, Türkmen halkına zorunlu hale getirdiği "yasaklardan" biri de Türkmen gençlerin altın diş kullanmasını yasaklamasıydı. Altın diş yerine gençlerden dişlerini korumalarını istemişti. 

4500 yıllık kökeni olan altın dişlerin tarihi incelendiğinde neyi simgeledikleri önem taşıyor: Güç, statü ve zenginlik. 21. yüzyılda hala altın diş yaptıran sporcular ve sanatçıların varlığı bu geleneğin ya da modanın hiçbir zaman kaybolmayacağının kanıtı değil midir?

Grillz olarak adlandırılan diş mücevherleri, Kanya West'ten Kylie Jenner'a, Lady Gaga'dan Madonna'ya kadar birçok ünlü tarafından kullanılıyor. Dişlere takıp çıkarılabilen bu aksesuarlar ilk başta 1980'li yılların New York'unda hip-hop sanatçıları tarafından kullanılmaya başladı. Daha sonra ise tüm dünyada popüler hale geldi.

 

Yararlandığım Kaynaklar:

-mecmuaistanbul.com

-huffpost.com

-listelist.com

-gzt.com

Görseller: listelist.com