BİR ŞARKIDA FIRTINALAR KOPARMAK
Tarkan'ın "GEÇÇEK" şarkısını işte bu duygularla dinledim ben. Biraz tarih ve Türkçe Dilbilgisi bilgimin olması nedeniyle, şarkı sözlerine gelen Türkçeyi katletmiş gibi sudan sebeplere gülüp geçerek hem de (Gülüp geçtim. Çünkü, "geçecek" kelimesi, ezgiyle uyum sağlamak için besteci tarafından "ses düşmesi" kuralıyla "geççek" şeklinde ifade edilmiş, ki bunu ilkokul çocukları bile bilir). Sanki herkes yazı diliyle konuşuyormuş gibi sırf eleştirmek için şarkıyı, ağzı olan konuşup durdu! Oysa güzel Türkçemizin yazı dilinin yanında bir de konuşma dili vardır ki, bu konuşma dili yöreden yöreye farklılıklar gösterir. Bunu bilmeyen mi var? Neyse asıl konuya geçeyim; tarihe yön vermiş ve tarih yazmış şarkılardan ilk aklıma gelenleri yazayım. Sonrasında Tarkan'ın "GEÇÇEK" şarkısına neden fırtınalar koparıldığını anlayabiliriz, sanırım.
II. Dünya Savaşı'nda Almanlar Rusya'da savaşırken, Lale Andersen'in okuduğu "Lili Marleen" şarkısı radyoda çalınırken şarkı bitene kadar her iki cephede de silahların sustuğu bilinen bir gerçektir. Kimsenin susturmayı başaramadığı silahları Lili Marleen şarkısı kısa bir süreliğine de olsa susturmayı başarmıştır.. Hatta derler ki, Almanlar şarkıyı dinlerken çok yakınlarında olan Ruslar "Radyonun sesini biraz daha açın" diye seslenirlermiş Alman askerlerine. Düşünün bir kere, savaşan düşman askerlerini ortak bir duyguda birleştiren bir şarkıymış Lili Marlen.
Savaş günlerinde bir gün Lale Andersen'in Lili Marleen şarkısı Alman işgalindeki Belgrad Askeri Radyosu'nda ilk kez çalınır ve çok sevilir. Plağın tekrar çalınması için Alman işgali altında olan İtalya, Fransa ve Afrika'dan Belgrad radyosuna mektuplar yağar. Günlük programlarda birçok kez çalınan şarkı dünya çapında bir üne kavuşur. Şarkı sadece Almanlar tarafından değil, cephede savaşan İngilizler ve Amerikalılar tarafından da çok sevilmişti. Çünkü Lili Marleen, cephede savaşan askerlere vatanlarını, geride bıraktıkları sevdiklerini hatırlatıyordu. Şarkı o kadar tutuldu ve sevildi ki, Marlene Dietrich, şarkıyı İngilizceye çevirip okudu.
Nazi Almanyasının Propoganda Bakanı Gobbels halkın moralini bozuyor diyerek şarkıyı yasaklamasına rağmen, Lili Marleen çalmaya devam etmiş ama şarkıcı Lale Andersen'i Gobbels'in gazabından kurtaramamıştır.
Attila İlhan'ın "Lili Marleen Türküsü" adlı şiirinde şarkının ilk kez Zagrep radyosu'nda seslendirildiği şeklinde geçse de doğrusu Belgrad radyosudur. Attila İlhan'ın bu şiiri Ahmet Kaya tarafından bestelenip seslendirilmiştir, diye de ilgilenenlere not düşeyim. Şimdi Lili Marleen için ne var, altı üstü bir şarkı diyebilir misiniz?
Madem II. Dünya Savaşı ile başladım,savaşla devam edeyim. Müziğin ve sanatın gücünün en önemli göstergelerinden biri de Şostakoviç'in bestelediği 7. Senfoni diğer adıyla Leningrad Senfonisidir ki, bu senfoni direnişin ve umudun senfonisi olarak kabul edilir. Daha önce blogumda Leningrad Senfonisi'nin besteleniş hikayesini yazmıştım (29 Temmuz 2017 tarih, Direnişin ve Umudun Simgesi Bir Senfoni: 7. Senfoni(Leningrad) başlıklı yazımı ilgilenenler okuyabilirler). Bu nedenle kısaca yazacağım.
Leningrad (St. Petersburg), 8 Eylül 1941'de Nazi Almanyası tarafından kuşatılmıştı. Kentten dışarıya çıkmak mümkün değildi. Hitler, Leningrad'ın düşeceği günü 9 Ağustos diye ilan etmişti. Leningrad'ın düşüp düşmeyeceği Sovyetler Birliği için bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti.
10 Ağustos'ta Leningrad bir destan yazmıştı. Dimitri Şostakoviç'in 7 numaralı senfonisi şehrin meydanında seslendirilmişti. Eser, özel olarak bu kent için bestelenmişti ve adı Leningrad Senfonisi'ydi.
Eser şehrin meydanında seslendirilirken bomba sesleri engel olmasın diye, Kızıl Ordu Alman siperlerini bir buçuk saat süreyle dövdü. Bu çok önemli çabanın haber ve hikayesi, dünyanın her yerindeki Nazi karşıtları tarafından ağlayarak öğrenildi. İnsanlık despotluğu, müzikle yenmişti. Kent düşmemiş, aksine yükselen moralle daha da güçlü direnir olmuştu. Leningrad Senfonisi seslendirildikten sonra şehir, Alman kuşatmasına karşı sekiz ay daha direndi. 27 Ocak 1944'te Almanlar geri çekilmek zorunda kaldı.
Tarih yazan bir diğer şarkı günümüzde Fransa Ulusal Marşı olan La Marseillaise'dir. Hikayesi bir başka yazı konusu olacak kadar uzun olduğundan ben kısaca değineceğim.
1792 yılında Fransa'nın Avusturya ve Prusya ile savaştığı dönemde, Claude Joseph Roget de Lisle tarafından Fransa'nın Ren Ordusu adına Strasbourg'ta bestelenen "La Marseillaise", 1795 yılında Fransa Ulusal Marşı olarak kabul edildi. Napolyon ve III. Napolyon tarafından devrimci fikirler içerdiği gerekçesiyle yasaklanan marş, 1879 yılında tekrar ulusal marş ilan edildi. Fransız İhtilali'nin melodisi kimliğine bürünen marş, önceleri Marsilya sokaklarında bağıra çağıra söylenirken, Marsilya sınırlarını aşarak Paris'e ulaşmış, kısa sürede tüm Fransa'yı sararak ulusal marş ilan edilmişti. Dönem dönem yasaklansa da marş, yüzyıllara meydan okuyarak günümüze ulaşmıştır.
Ve son olarak dünyaca ünlü Finli besteci Jean Sibelius'tan(D: 8 Aralık 1865 - Ö: 20 Eylül 1957) söz etmek istiyorum. Lise yıllarında edebiyat öğretmenimin önerisi üzerine okumuş olduğum Grigory Petrov'un yazdığı "Ak Zambaklar Ülkesi" kitabıyla tanımıştım Finlandiya'yı. O tanışıklıkla Finlandiya'nın tarihi, coğrafyası, gezilip görülecek yerleri her daim ilgimi çekmiştir. Ulusça büyük bir çaba ve özveri göstererek yokluk ve yoksulluktan, dünyanın sayılı güçlü ülkeleri arasına girmesini başaran Finlilere karşı hep bir sempatim olmuştur. :) İşte Jean Sibelius'u da bu sempati sayesinde tanıdım. Belki Sibelius'un eserleri, Kıta Avrupası ve Rusya'daki Klasik Müzik bestecilerinin ki kadar fazla seslendirilmiyor ve daha az tanınıyor olabilir ama onun yazdığı "Finlandiya" adlı uzun senfonik şiiri, Fin halkı üzerinde büyük bir etki yaratmış ve bu etki Finlandiya'nın ulusal kimliğinde büyük rol oynamıştır. Başka söze gerek var mı?
Hikayelerini anlatmaya çalıştığım bu şarkı ve bestelerden sonra Tarkan'ın "Geççek" şarkısı için neden fırtınalar koparıldığını anlamaya çalışıyorum. Anlamak için, yıllar önce Cer Modern'de "Varlığın Yeniden İnşası" adlı sergisini gezdiğim Meksikalı sanatçı Jorge Marin'in beğendiğim "Ayna" heykelinin yanına koyduğu sözü bir kez daha okuyup sizlerle paylaşmak istiyorum.
"Bir sanat yapıtının,her gözlemcinin farklı suret bulduğu bir ayna görevi gördüğüne inanıyorum. Her bir insan, kişisel arzularına, belirsizliklerine ve düş kırıklıklarına karşılık gelen ne varsa onlarla karşı karşıya gelir."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder