29 Kasım 2020 Pazar

 

MARİE CURİE 

(1867 - 1934)

Bilim İçin Ölen Kadın



Marie Curie, bilim alanında tanınan adıyla  Madam Curie'nin bilime yaptığı katkıları uzun uzun yazmayacağım, kısa bir hatırlatma yapacağım sadece. Eminim, yazımı okuyan herkes bu değerli bilim insanının buluşlarını biliyor zaten. Bu buluşların getirdiği teknolojiyle yaşamının bir evresinde mutlaka tanışmıştır çünkü.

Bugünkü yazımda, Marie Curie'nin kadın olduğu için yaşadığı gerçek aşkı nedeniyle, toplumdan dışlanmasının ve neredeyse ikinci Nobel Ödülü'nü kaybetmekle karşı karşıya gelmesinin öyküsünü yazacağım. Bir kadın olarak bunu yazmak ve bilmeyenlere bildirmek gerek diye düşündüğümden. Çünkü, biliyorum ki, böyle bir aşkı yaşayan bilim insanı erkek olsaydı, Marie'ye yapılan baskı ve yıldırmalar ona yapılmayacaktı...Nedense, biz sıradan insanlardan farklı olan bilim insanlarının, sanatçıların, yazarların, şairlerin de birer insan olduklarını ve bizim gibi davranışlar gösterebileceklerini unuturuz çoğu zaman. Ve bu unutuşla, onları davranışlarından dolayı çok kolay yargılarız. Oysa onlar da bize benzerler ama bizim gibi değillerdir. Bunu bir anlayabilsek keşke..

Bu girişten sonra, Marie Curie'nin hayat hikayesine geçebilirim; onu tanıyınca çok seveceksiniz. O, iyi bir eş, çocuklarına karşı ilgili bir anne ve çok başarılı bir bilim kadınıydı çünkü. Bugünün deyimiyle; "çocuk da doğurmuş, kariyer de yapmış." Hem de ne kariyer, hiç kimsenin onun tahtına oturamayacağı cinsten hem de...

Maria Sklodowski, 7 Kasım 1867'de Polonya'nın Varşova kentinde doğdu.Ailesinin büyük çoğunluğu öğretmenlerden oluşuyordu ve babası da öğretmendi.

Marie'nin okul çağı geldiğinde, ki o zamanlar Varşova Rusya'nın elindeydi- babası Marie'yi, tamamen Rusların kontrolünde olan bir okula verdi. Ancak bu okuldan mezun olanların Varşova'da iş bulma şansları yoktu, kadınların eğitimi sınırlıydı ve üniversiteye gitmesi yasaktı. Ama Marie, annesi gibi bir kız okulunda öğretmen olmak istiyordu. Bunun için hem ablası Bronia hem de Marie, eğitimlerini Polonya dışında sürdürmek istiyorlardı; ancak ailenin maddi durumu buna müsait değildi. Bunu bilen abla-kardeş bir karar verdiler; Bronia, Paris'te tıp öğrenimi görecek, Marie'de çalışarak ablasını okutacaktı. Bronia'da mezun olduktan sonra ileride Sorbonne'de okuyacak olan Marie'ye yardımcı olacaktı.

1891 yılında Marie, yirmi dört yaşındayken Paris'e ablasının yanına gitti. Sorbonne Üniversitesi sınavlarını kazandı ve Fen Bilimleri Akademisi'ne kaydoldu. Amacı, eğitimini tamamlamak ve fizik öğretmeni olmaktı.

İki yıllık eğitimin ardından sınıf birincilikleriyle birlikte, fizik ve matematik dallarında yüksek lisans dereceleri alarak mezun oldu. Aynı yıl bir arkadaşının evinde tanıştığı otuz beş yaşındaki Pierre Curie ile tanıştı. Pierre, aynı zamanda Endüstriyel Fizik ve Kimya Okulu Laboratuarı'nın Başkanı'ydı. Çift 26 Temmuz 1895'te evlendi.Maria Sklodawska, Marie Curie olmuştu.

İki bilim aşığı çift, radyoaktif elementler üzerine on dört yıl birlikte çalıştılar. Kızları İrene doğunca, Marie bir süre çalışmalarına ara verse de, öğretmenlik diplomasını aldıktan sonra, kocasının ayarladığı bir laboratuarda, uranyum tuzlarının yaydığı ve sonraları radyoaktivite olarak adlandırılacak ışın üzerine detaylı araştırmalara başladı. Kocası da çalışmalarında kendisine yardım ediyordu.

Marie, nihayet araştırmaları sonunda radyoaktivitenin atomla ilgili bir kavram olduğu ve minerallerin moleküler yapısından kaynaklandığı tezini ortaya attı. 1900'lü yıllarda birçok bilim adamı atom diye bir şeyin varlığına inanmıyorlardı ve Marie'nin iddasına gülüp geçmişlerdi.

Bu arada aynı alanda çalışmalar yapmakta olan Becquerel de, iki farklı uranyum mineralinin daha aktif olduğunu keşfetmişti. Temmuz 1898'de karı-koca Curieler yeni bir radyoaktif element olan ve uranyumun radyoaktif bozunmasından ortaya çıkan polonyumu bulduklarını duyurdular.

Marie, 1903 yılında doktorasını vererek Fransa'da gelişmiş bilim alanında doktora unvanı alan ilk kadın oldu. Aynı yıl kocası ve Becquerel ile paylaştığı Nobel Fizik Ödülü'nü de alarak, Nobel Ödülü sahibi ilk kadın olarak tarihe geçti.

Radyasyon Curieleri öylesine etkilemişti ki Nobel aldıklarında ne Madam Curie'nin ne de eşinin ödülü almaya gidecek gücü vardı. Tabii o zamanlar aşırı radyasyona maruz kalmanın insan bedeninde yaptığı tahribatlar bilinmiyordu. Dolayısıyla, aşırı zayıflayan Madam Curie ve rahatsızlanan  eşine doktorlar teşhis koyamıyorlardı.

19 Nisan 1906'da Pierre bir at arabasının çarpması sonucu ölünce Marie, iki çocuğuyla dul kaldı. Ancak Sorbonne Üniversitesi, kocasının yerine fizik profesörü olarak Marie'yi atadı ve Madam Curie 1908'de Sorbonne'da görev yapan ilk kadın profesör olarak, bir ilke daha imza attı.

Şimdi gelelim Marie'nin aşk hikayesine. Bir biliminsanı olarak buluşlara imza atsa da ve kendini bilime adamış olsa da onun da bir kalbi vardı. Dahası bir kadındı; duyguları olan...1910 yılının yazında, aynı zamanda kocasının da bir öğrencisi olan Paul Langevin'le yaşadığı aşk, kariyerinin ve toplum içindeki saygınlığının gerilemesine neden oldu. Tümü erkeklerden oluşan Fransız Bilim Akademisi, Marie'nin üyeliğine karşı çıktı. Bu yetmezmiş gibi, bilim aşığı Marie'yi,  yaşadığı gerçek bir aşktan dolayı eleştiri bombardımanına tuttular. Mutsuz bir evliliği olan Paul Langevin ile Marie arasındaki bu ilişki, gazetelere "Langevin Skandalı" olarak yansıdı ve Marie'nin ikinci Nobel Ödülü'ne gölge düşürdü. 

Büyük aşk yaşadıkları dönemde, Paul, Marie'ye birçok mektup yazdı. Bu mektupların büyük bir kısmı Paul'ün eşi Jeanne'in eline geçti. Jeanne'in kardeşi Paris'te yayınlanan bir gazetenin editörüydü. Jeanne eline geçirdiği bu mektupları, kardeşi aracılığıyla gazetede yayınlattı. Böylece hem kocasından hem de Marie'den intikanını aldı ya da aldığını sanıyordu. Skandalın patlak vermesiyle birlikte, Marie'nin ülkeyi terk etmesini istemeye varacak kadar şiddetli bir propaganda başladı. Aşığı Langevin, gazetenin editörünü(kayınbiraderini) halkın önünde yapılacak bir düelloya davet etti; ancak her ikisinin de silahını çekememesi, konunun kapanmasını sağlayacaktı.

Neyseki bilim dünyası bu skandaldan fazla etkilenmedi.Madam  Curie ile Poincare 1911 yılında radyum ve polonyumun keşfi ve araştırılmasındaki çalışmalarından dolayı Nobel Kimya Ödülü'ne layık görüldüler. Böylece Marie, iki Nobel Ödülü alan ilk isim olarak ilkler listesine bir yenisini ekledi. Üstelik iki ödülü farklı (Fizik-Kimya) dallarda almıştı. Yaptığı çalışma, bir elementin radyoaktif işlemlerden sonra başka bir elemente dönüşebileceğini gösteriyordu. Bu, kimya alanında yepyeni bir sayfanın açılması demekti.

Bundan sonraki yaşamına geçirdiği depresyon damgasını vursa da, Madam Curie, 1914 yılında Paris Üniversitesi'nde kurulan Radyum Enstitüsü'nün ilk müdürü oldu. Hayatı boyunca radyumun tıptaki önemine dikkat çekti. Aynı yıl başlayan I. Dünya Savaşı sırasında kızı İrene ile birlikte, genç hemşire adaylarına X ışını teknolojisini öğretti ve fizik tedavi uzmanlarına savaş ortamında radyoloji ekipmanını nasıl kullanacaklarını gösterdi. Ancak bu çalışmaları sırasında kendisi ve kızı yüksek dozda radyasyona maruz kalmıştı.

1934 yılında Fransa'nın Savoy kentinde, aşırı radyasyona maruz kalmaktan dolayı yakalandığı kan kanseri sonucu öldü. Yaptığı çalışmalar sonucunda bilim dünyasında çığır açan Madam Curie, bu çalışmaları onun ölümüne neden olmuştu. Bu yüzden kendisine "bilim için ölen kadın" denilirken, radyoaktivite birimine de "curie" adı verilecekti.Curie'nin külleri, 1995'te Fransa'nın hem erkek hem de kadın kahramanlarının anıtının bulunduğu Pantheon'a gömüldü. Ölümünden 61 yıl sonra.

Kızı İrene de annesinin izinden giderek bu yoldaki çalışmalarını sürdürdü ve bir fizikçi olan kocası Frederick Joliot ile beraber yapay radyoaktiviteyi keşfettiler. Eşiyle birlikte yaptıkları keşiflerden dolayı da 1935 yılında Nobel Ödülü'ne layık görüldüler.


Notlar:

--Kendisi ile anılır olan radyumdan çıkan ışınların kanserin bazı türlerinde tümörleri yok ettiği ortaya çıkınca kanser tedavisinde, soyadından esinlenilerek, curieterapi (kemoterapi) olarak bilinen tedavi dönemi açıldı.

--1944'te bulunan yeni bir element, Marie ve kocası Pierre'in anısına "Curium" olarak isimlendirildi.


Yazımı hazırlarken yararlandığım kaynaklar:

--tarihi değiştiren kadınlar (POPÜLER TARİH), Ali ÇİMEN.

--tarihi değiştiren bilginler (POPÜLER TARİH), Ali ÇİMEN.

Görsel, alıntıdır.



23 Kasım 2020 Pazartesi

 

BİR BAŞKADIR


Son günlerde netflix'te yayınlanan "Bir Başkadır" adlı sekiz bölümlük mini dizi, adeta ülke gündemine oturdu, hakkında çok şey yazılıp çizildi, yoğun bir şekilde sosyal medyada yer aldı. Dolayısıyla, dizi hakkında, ister istemez bir merak uyanıyor. Dahası, popüler kitle kültüründen ayrı kalamıyor insan ve diziyi izlemek ihtiyacı hissediyor. Bu hafta sonu diziyi izledim ben de. Şunu söyleyebilirim; dizi, ne abartıldığı kadar harika, ne de yerildiği kadar kötü. Dizi, popüler kitle kültürü için üretilmiş. Çabuk tüketileceği aşikar olmakla beraber, toplumsal bilinçaltındaki bazı uf konuları, bilinç düzeyine çıkarmaya çalışmış. Bence, dizinin başarılı olup olmadığını belirleyecek olan, diziden sonra bakacağınız aynanın ne tür bir ayna olduğudur. Eğer evinizde bulunan düz bir aynaya bakarsanız, kendinizi görürsünüz. Dış bükey(tümsek) bir aynaya bakarsanız, yine kendinizi görürsünüz ama o aynada minicik görünür ve kendinizi dışlanmış, ötekileşmiş/ötekileştirilmiş hissedersiniz. İç bükey(çukur) aynaya bakarsanız da "vay be, ben neymişim" diye kendinizi dev aynasında görürsünüz. Yalnız çukur aynaya bakarken çok dikkatli olmak gerekir; sizin aynaya olan mesafenize göre görüntünüzün özellikleri değişir çünkü (Görüntü ters- küçük veya düz-büyük olabilir). Bilmem anlatabildim mi?

Zannımca dizi, toplumu oluşturan her kesimin beğenisini kazanacak iddiasıyla yapılmamış ama dizi içindeki bir dizi oyuncusunun da küçümseyerek söylediği gibi, reytinglerde, totale hitap etmeyi amaçlamış, ki bunda başarılı olmuş diyebilirim. Hakkında onca şey yazıldığına ve röportajlar yapıldığına göre. 

Dizinin ele almış olduğu konuların işleniş şeklini yüzeysel ve yer yer zorlama olarak  düşünsem de genel olarak diziyi beğendim. Çünkü diziyi, dizi olarak izledim ve ona çok fazla anlamlar yüklemedim. Amacım, neyi, nasıl anlattığını öğrenmekti. Yoksa uzayda yaşamıyoruz, bu ülkede yaşadığımız için gerçekleri görerek yaşıyoruz zaten. Yaşadığımız gerçekleri de diziden öğrenecek değiliz. Ancak,  dizinin Türkiye'nin sosyolojik, kültürel ve ideolojik güncel sorunlarına el atma cesaretini övgüye değer bulduğumu söylemeliyim. Ülkemizdeki kutuplaşma, kimlik çatışması ve kültürel kamplaşmayı, mevcut durum göz önüne alındığında karınca kararınca anlatmaya çalışmış.

Benim dikkatimi çeken ise, dizide anlatılan sınıfsal ve kültürel farklılıklardan ziyade, dizi karakterlerinin haletiruhiyeleriydi. Yani, başrolde oynayan karakterlerdeki  bastırılmış duyguların dışa vurulamaması (toplumsal çekince, mahalle baskısı) nedeniyle, içlerinde biriktirdiklerinin farklı biçimlerde patlamalara neden olmasını, kimi zaman açıkça kimi zamanda zımni olarak ima etmesi oldu. Bu bağlamda,  Ferdi Özbeğen'in "Aşkımı bir sır gibi, senelerdir sakladım" şarkısıyla da güzel bir uyum yakalamış yönetmen. Her şey bir yana, konuşamamak, konuştuğunda anlaşılamamak ya da yanlış anlaşılmak korkusuyla konuşmaktan sakınmak ve tüm dertlerimizi içimize atmak insan olarak hepimizde var olan bir durum. İşte dizi, bence tam da bunu anlatıyor. Kısacası, "Konuş, ki seni görebileyim" diyor.

Sonuç olarak, popüler kitle kültürüne hitap eden bir dizi. Yani, bugün popüler ama yarın unutulacak ve diğer popüler kültür varlıklarının bulunduğu raflarda yerini alacak. Bu nedenle, öyle çok fazla anlamlar yükleyip eleştirmeye veya yüceltmeye  gerek yok. Dünyayı diziler veya sinema filmleri kurtaramaz. Sadece, dizi olarak izleyin  derim ben...Keyifli izlemeler.


Görsel alıntıdır.



11 Kasım 2020 Çarşamba

 


KAVAKLAR



Canının nakışlarını
Bırakıp gövdelerine
Önce kavakları
Dikip yetiştiren gitti

Titredi toprak

Ellerinde baltalar
Öfkeli yüzlerle
Bölüştü kavakları
Geride kalanlar

Şaştı gökyüzü

Döküp dallarını yapraklarını
Nice güz uğultularıyla
Maviliği boydanboya yararak
Yıkılıp çatırtılarla
Sonra kavaklar gitti

Taş kesildi suskunluk

MEHMET BAŞARAN (1926 - 2015)


Kaynak: 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi - İlhami Soysal, s: 378.

9 Kasım 2020 Pazartesi

 

SAVARONA VE ATATÜRK



1989 yılında bir ihale yapılır deniz alemimizde. "Ata'nın yatı" olarak ünlenen Savarona, yap işlet usulü devredilecektir.. Bakımsızdır, çürümeye terkedilmiştir yıllar boyu, hatta jilet olması muhtemeldir.

Ama son anda farkına varılacak, tarih yeniden yüzdürülecektir. Yüzdürülür de! Bir armatör, ölümün kıyısındaki yatı satın alıp restore eder, turizme karışır ve Ata'nın yadigarı yeniden yaşatılır. İlginç mi ilginç bir hikayesi vardır Savarona'nın..

Ata'nın ağır hasta zamanlarında, Mayıs 1938'de alınıp ülkeye getirilmiştir Savarona. Aslında Amerikalı bir iş adamının kendisi için yaptırdığı bir aşk gemisidir Savarona. Çankaya'ya, devlete ve tabii ki Gazi'ye tahsis edilen yat, adını Hint Okyanusu'ndaki bir kuştan almıştır. Savarona bir ihtiyaçtan doğmuştu ve Atatürk gelişini heyecanla beklemişti hep. 

İki ay öncesine kadar hizmette Ertuğrul vardı ama yorgundu, kırılıp dökülmekteydi. Hatta İngiliz Kralı Edward'ın ziyareti sırasında mahcubiyet de yaşatmış, davetlilerin şık kostümleri ve beyaz pazenler bacasından dökülen kurumlarla islenmiş, simsiyah olmuştur. Ertuğrul kızağa çektirilir, Savarona sipariş edilir. 

Ve Ata, Savarona'ya Haziran'ın ilk haftasında bir çocuk heyecanıyla taşınır. Tabii ki hastalığına Savarona'da geçireceği günlerin iyi geleceğini düşünmektedir. Bir ay boyunca da toplantılarını, görüşmelerini bu yatta yapar zaten. Fakat, olmaz olamaz, yine hastadır, yine yorgundur. O günlerde yakın çevresine "Bir çocuk oyuncağını nasıl beklerse ben de bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim için?" diyecektir.

Çok geçmez rahatsızlığı ilerler, oyuncağını öksüz bırakır.

Ve doktor gözetiminde Dolmabahçe Sarayı'na yerleşir. Ve...

10 Kasım 1938...

O günün gazeteleri kısıtlı imkanlarına rağmen ikinci baskı yapmışlar, ülkenin kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kaybını sayfalarına taşımışlardı. Mesela, "Babamızı Kaybettik" diyordu Tan.

Diğer gazetelerde de kara puntolar hakimdi.

Hiçbir beklenen ölüm Atatürk'ün ölümü kadar keder yaratmamıştı. Herkes, bir zamanlar cephede birlikte savaştıkları da, 18 milyonluk Türkiye de hep bir mucize beklemişti...

O mucize gerçekleşmeyince onunla birlikte, yaveri Salih Bozok gibi, ölüme gitmeye kalkışanlar da olmuştu.

Yas yıllarca sürecekti.

Bir Fransız gazetesi ölümünü "Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı" başlığıyla duyurdu. "Artık evrende barışı kimse garanti edemez" diye devam edip gidiyordu, kehanet dolu Fransızca satırlar.

Yıl 1938'di...

Bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı başlayacak, hele Ortadoğu bir daha asla durulmayacaktı.


Kaynak: Nebil Özgentürk - Türkiye'nin Hatıra Defteri, 1923'ten Günümüze.(Belgesel - Kitap)



3 Kasım 2020 Salı

 


ORMANIN SAKİNLEŞTİRİCİ GÜCÜ

Shinrin Yoku (Orman Banyosu)



Orman denilince aklımıza hemen ağaçlar topluluğu ve o topluluk içinde yaşayan yabani hayvanlar gelir değil mi? Orman sadece ağaçlar topluluğu değildir; yabani hayvanlara ev, atmosfere oksijen, insanlara şifa veren doktor, hastalıkları iyileştiren ecza ve doğal afetleri(erozyon, sel, toprak kayması) önleyen güvenlik bariyeridir. Ormansız bir alan benim için çorak bir arazidir. Belki ormanlık bir yörede doğup büyüdüğüm için genetik kodlarım nedeniyle çoğu zaman orman olmadan hava bile alamadığımı hissederim. Bu nedenle, Ankara'dan, mümkün olduğunca her fırsatta ormanlara kaçarım; şehrin gürültüsünden uzaklaşmak, ormanın sesini dinlemek ve temiz havasını solumak için. Ormanlarla ilgili çoğu şeyi bildiğimi zannederdim. Yanılmışım. Okumalarım sonucunda, benim için yepyeni olan bir kavramla karşılaştım ve bu kavramı araştırdım. Eminim, çoğunuz için de yeni bir kavramdır; "Shinrin Yoku (Orman Banyosu). Öyleyse, yazımı okuyarak bir orman banyosu yapmaya ne dersiniz? Banyoda rahat olabilirsiniz, bu banyoyu tek başınıza yapabileceğiniz gibi, grupla da yapabilirsiniz. Ayıp yok, utanç yok, banyo için soyunup dökünmek yok, stres yok. Kısacası, dingin bir kafayla ve gevşemiş, rahatlamış olarak banyo sonrasında hayatınıza şevkle ve canlanmış bir şekilde devam edebilirsiniz. :) Benden de, yazımı okuyan sizlere kocaman bir "sıhhatler olsun" demek düşer. :) Orman banyosu için hazırsanız, başlayalım.

Orman Banyosu, modern dünyanın baskılarına karşı güçlü bir panzehirdir. Fiziksel ve zihinsel sağlığınıza kalıcı faydalar sağladığı ve içinizde doğa ile derin bir bağlantı yarattığı kanıtlanmıştır. Bir orman banyosu deneyimi sonucunda ormanın iyileştirici gücünü iliklerinize kadar hissedecek ve terapiden çıkmış gibi hissedeceksiniz.

Japonya'da ortaya çıkan - shinrin yoku (orman banyosu), sağladığı zihinsel, fiziksel ve ruhsal sağlık yararları nedeniyle Japon önleyici sağlık hizmetlerinin kabul edilen bir parçasıdır. Orman terapisi olarak da bilinen bu terapi, binlerce yıllık sezgisel bilgiden yararlanır - biz doğanın bir parçasıyız ve bu bağlantıyı hissetmek için derin bir  temasa ihtiyacımız var. 

Ama işe yarıyor mu? Orman banyosu, 1980'lerin başından beri Japonya'da bir konsept olarak varlığını sürdürüyor ve oradaki bilim adamları, Japon sağlık sistemindeki yerini hak ettiği sonucuna vararak, faydaları konusunda çok sayıda araştırma yapmaya devam ediyor. Doğa bağlantıları alanındaki daha genel araştırmalar, gerçek ve uzun vadeli faydaların, diğer şeylerin yanı sıra, stresi azaltmayı, bağışıklığı iyileştirmeyi, düşük kan basıncı sağlamayı,hastalık ve travmadan hızlı bir şekilde iyileşmeyi göstermektedir. 

Orman Banyosunun En Önemli Altı Faydası

Japon shinrin yoku veya orman banyosu uygulaması hem fiziksel hem de zihinsel sağlık için iyidir. Stres hormonu üretimini azalttığı, mutluluk duygularını artırdığı ve yaratıcılığı serbest bıraktığı, kalp atış hızı ve kan basıncını düşürdüğü, bağışıklık sistemini güçlendirdiği ve hastalıktan iyileşmeyi hızlandırdığı kanıtlanmıştır.

1- Stresinizi azaltır

Japonya'daki Chiba Üniversitesi'nde profesör olan Yoshifumi Miyazaki, 2004'ten beri orman banyosunun faydalarını araştırıyor ve yavaş orman yürüyüşlerinin, şehir yürüyüşlerine kıyasla stres hormonu kortizolde yüzde 12.4'lük bir azalma sağladığını keşfetti. Çalışmalarına katılanlar ayrıca anekdot olarak daha iyi ruh halleri ve daha düşük kaygı bildirdiler.

2- Ruh halinizi iyileştirir

Derby Üniversitesi'ndeki akademisyenler, doğaya bağlanmanın mutluluk ve zihinsel sağlıkla bağlantılı olabileceği sonucuna varan mevcut araştırmanın meta çalışmasını yürüttü. Doğada vakit geçirmek, neşe peşinde koşmakla ilgili hormonları salgılar, sakinleştirir ve tehditlerden kaçınır.

3- Yaratıcılığınızı serbest bırakır

Utah Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan David Strayer tarafından yapılan bir çalışmada, katılımcılar, modern teknolojiyle tüm erişimin kaldırıldığı doğada kalınan üç günün ardından yaratıcı problem çözmede yüzde 50'lik bir iyileşme gördüler.

4- Bağışıklık sisteminizi güçlendirir

Ağaçlar ve bitkiler, ormanda vakit geçirdiğimizde soluduğumuz  "fitokidler" yayarlar. Bunların bir Japon shinrin yoku araştırmacısı olan Qing Li'nin, vücudumuzun hastalıklarla savaşmasına yardımcı olan doğal öldürücü hücrelerin aktivitesini artırdığı araştırmalarla kanıtlanmıştır. Böylece bağışıklık sistemimiz güçleniyor.

5- Yüksek tansiyonu düşürür

Orman banyosunun, sağlıklı bir kalbi korumak için çok önemli bir faktör olan kan basıncını düşürdüğü kanıtlanmıştır. Japonya'da yakın zamanda yapılan bir meta çalışma, orman ortamındaki kan basıncı seviyelerinin orman dışı ortamdakilerden önemli ölçüde daha düşük olduğunu gösteren 732 katılımcıyı içeren 20 denemeyi gözden geçirdi.

6- Hastalıktan kurtulmanızı hızlandırır

Doğa, hastalıktan kurtulma sürecinde güçlü bir katalizör olabilir. Sağlıklı olma konusunda uzmanlaşmış Dr. Roger Ulrich'in bilinen en iyi çalışması, bir pencereden doğal bir görünümün bile, kentsel görünüme kıyasla iyileşme süresini bir gün azalttığını gösterdi.

Şimdiye kadar yapılan her çalışma, katılımcılar arasında stres, öfke, anksiyete, depresyon ve uykusuzlukta azalma olduğunu göstermiştir. Aslında 15 dakikalık orman banyosu kan basıncı düştükten sonra, stres seviyeleri azalır ve konsantrasyon ve zihinsel netlik artar.

Şu anda Japonya'da, 44 tane Shinrin Yoku ormanı bulunmaktadır. 

Orman banyosu yapabilmeniz ve bu banyodan azami fayda sağlamanız için takip etmeniz gereken 5 adım şöyle:

Adım 1- Telefonunuzu, kameranızı veya dikkat dağıtıcı unsurları geride bırakın, yanınıza almayın.

Adım 2- Hedeflerinizi, beklentilerinizi geride bırakın. Amaçsızca dolaşın, vücudunuzun sizi istediği yere götürmesine izin verin.

Adım 3- Bir yaprağa daha yakından bakmak veya ayaklarınızın altındaki yol hissini fark etmek için arasıra ara verin.

Adım 4- Oturmak ve çevrenizdeki sesleri dinlemek için rahat bir yer bulun. Varlığınıza alıştıklarında kuşların ve diğer hayvanların davranışlarının nasıl değiştiğini görün.

Adım 5- Başkalarıyla giderseniz, deneyimlerinizi paylaşmak için yürüyüşün sonuna kadar konuşmamak için bir anlaşma yapın. Yürüyüş sonunda toplanabileceğiniz bir alanda kendi deneyimlerinizi grupla paylaşın.

Tüm bunların gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu düşünüyorsanız, neden kendiniz denemiyorsunuz? Shinrin yoku (orman banyosu) yapmak için en yakınınızda bulunan ormana koşmak için hala neyi bekliyorsunuz? 



Kaynaklar

1-https://www.forestholidays.co.uk/activities/forest-bathing/benefits/#:~:text=The%20Japanese%20practice%20of%20shinrin,and%20accelerate%20recovery%20from%20illness.

2-https://www.growwilduk.com/blog/5-simple-steps-practising-shinrin-yoku-forest-bathing

Bu iki kaynaktaki bilgiler Google Translate tarafından çeviri yapıldıktan sonra alındı. Cümle düşüklükleri tarafımdan düzeltildi. İngilizcesine güvenenler, verdiğim iki linkten yazıların aslını okuyabilirler.