AKKAYA, SORGUN VE KURT YAYLALARI'NDA DOĞA YÜRÜYÜŞÜ VE KARDELENLER
Uzun zamandır doğa yürüyüşü yapıyorum ve ülkemin nadide güzelliklerini sizlere tanıtmak için bu yürüyüşlerimi kaleme alıyorum. Yazarken zorlandığım yan ise, gezi-yürüyüş yazılarımın kendini tekrar etmesinden yana olan çekincemdir. Çünkü, yurdum coğrafyasında her bir yerin ayrı büyüsü, farklı çekiciliği, değişik renkleri ve tatları vardır. Kanımca, tüm bu özellikleri aynı sözcüklerle ve benzer hislerle anlatmak, gezdiğim, gördüğüm yerlerin güzelliklerine haksızlık olur. Çekincem bundandır işte.
Okumakta olduğunuz yazımdaki duygularımın ana kaynağı pek sevdiğim ve soğuk kış günlerinde bir an önce görmeyi hayal ettiğim dirençli, güneşi görebilmek uğruna ölümü göze alan kardelenlerdir. Onlar kar altında büyük bir özlemle güneşe kavuşabilmek için sabırla beklerler. Henüz karlar erimeden, bir an önce sevgilisine kavuşabilmek ümidiyle karları delip başlarını çıkarırlar yeryüzüne. Mahcupturlar, utangaçtırlar, ki başları hep toprağa dönüktür de kafalarını çevirip güneşe bakamazlar. Belki de güneşe bakmaya kıyamazlar ya da onun parlaklığından etkilenip çabuk solacaklarını hissederler. Bilemiyorum ama bildiğim şu ki; yapılan son araştırmalarda bitkilerin de duygularının olabileceğinin kanıtlandığıdır.
Bir yürüyüş grubunun sayfasında 24 Şubat 2019 Pazar günü yapılacak doğa yürüyüşünde, kardelenleri görebilme şansının olabileceğini okuyunca, bu rotada yürümeye karar verdim. Yürüyüş sonunda da iyi ki yürümüşüm dedim. Güçlü oldukları kadar nahif olan kardelenlerin ömürleri çok kısadır çünkü ve her yerde açmazlar. Onlar yüksek yerlerin, dağ yamaçlarının çocuklarıdır.
Yürüyeceğimiz rota, Ankara'nın Çamlıdere ilçesiyle, Bolu'nun Kıbrısçık ilçeleri sınırında(bitişik ekosistem geçiş zonu) yer alan Akkaya, Sorgun ve Kurt Yaylaları'ydı.
Yürüyüşe Akkaya Köyü'nden başladık. Başladığımız nokta, tipik Orta Anadolu bozkırıydı. Unutmadan yazayım; bozkır deyip geçmemek gerek, bozkırlar ekosistem bakımından dağlık ve ormanlık alanlardan çok daha zengindir.
Yaylalara doğru yükselmeye başlayınca, durdum ve etrafı seyrettim. Karlar erimiş boz renkli toprak belirginleşmişti. Gözlerim ufuk çizgisinde, aklımda "Bekir Büyükarkın'ın Bozkırda Sabah- Kurtuluş Savaşımızın Romanı"ndaki satırları: ".......Bitmiyordu ki savaşın yapıldığı yerler. İnönüler, Uşaklar, Afyonlar, Aydınlar...Hep dolaşıyorduk, binlerce kilometre...Geride ise Ankara vardı. Ankara bir bozkırdı. Orada, Kalaba'da bir adam Ayaş sırtlarından gelen tüfek seslerini dinleye dinleye yalnızlığın buruk acısını, iradenin çırpınışını tadıyordu."
Duygulandım. Bir zaman sonra, düşüncelerimden sıyrılıp kafamı kaldırdığımda grup bir hayli yol katetmişti ve onlara yetişebilmek için hızlandım.
Rakım arttıkça, belli etmek istedikleri duygulara göre renk değiştiren bukalemunlar gibi bozkır da renk değiştirmeye başladı. Boz renk yavaş yavaş yeşile dönüşüyordu. Ve Akkaya Yaylası'na vardık. Yaylada kar yoktu ama eriyen kar sularıyla coşan bir dere vardı. Üstelik soğuk akan kar suları nedeniyle, derenin suyu buz mavisi rengindeydi. Öylesine güzeldi ki, mavinin tonu, hiçbir ressam bu rengi yakalayamaz paletinde diye düşündüm. En yetenekli ressam doğadır çünkü; insanlık tarihinden öncesinde de böyleydi, sonrasında da böyle olacaktır. İnsan, ancak doğayı taklit edebilir; en yaratıcı eserler bile röprodüksiyondur. Özgün olan doğanın kendisidir...
Dere boyunca ilerlerken karşıma çıkan minik bir kardelenle tanıştım. Bu mevsimde gördüğüm ilk kardelendi. Sevincimi, mutluluğumu tahmin edemezsiniz. O anda benim için zaman durmuştu sanki; ne betonlaşmış yayla evlerini gördü gözüm, ne de başka bir şeyi. Doğanın bize sunduğu ender güzelliğe odaklanmış, onu seyrediyordum doyasıya. Kulağımda ise Can Yücel'in sesi:
"Kardelene sormuşlar; Bütün çiçekler sıradan yerlerde açıp insanlara yakın dururken, sen neden yüksek dağlarda açarsın?
Kardelen şöyle cevap vermiş:
Gülü seven dikenini, menekşeyi seven rengini, beni seven ölümü göze alır!"
Başka söze gerek var mı?
Rehberimizin "haydi gidiyoruz" uyarısıyla kendime geldim ve yol boyunca pembe, sarı, mor çiğdemler eşliğinde yürüyüşe devam ettim.. Hem sonbaharda hem de ilkbaharda açan bu çiçekler baharın müjdecisidirler, mevsimin "ilk" veya "son" olduğuna aldırmazlar. Çünkü kendini beğenmiş, mağrur çiçeklerdir onlar. Her çiçekten ala olduğunu düşünür, yiğit başına bela olurlar. Ve Aşık Veysel'in dizelerinden gururla biz ölümlülere seslenirler; "Benden ala çiçek var mı?" diye. Bu kendini beğenmişliğe, şişkin egoya karşın, insanın "evet, var" diyesi geliyor ama öylesine güzeller ki, insan bu güzelliği kırmak istemiyor ve susuyor...
Küçük bir dere kıyısında öğle molası verdikten sonra, Kurt Yaylası'na doğru tırmanmaya devam ettik. Tırmandıkça, yürüyüşümüz kar yürüyüşüne dönüştü. Kar sert ve bozulmuş olduğundan yürümek de zordu haliyle. Yayladaki minik göletlerin buzu çözülmemişti henüz. Üstelik hava günlük güneşlik olduğu halde. Yaylanın çevresi çam ve köknar ağaçlarıyla çevriliydi ve göz alabildiğine yeşillik uzanıyordu. Hava açık ve güneşli, gökyüzü masmaviydi. Beyaz, yeşil ve mavi triosu ahenkli bir müzikti sanki. Bu müziği duydum ama dans etmedim, müziği duymayanlar deli sanmasınlar diye!
Kurt Yaylası, yer ve doğal güzellik bakımından gördüğüm güzel yaylalardan biriydi. Ancak, tipik yayla evleri (ahşap veya taştan olan ve orman dokusuna uygun o eski evler) yerine rengarenk boyanmış üç dört katlı beton binaları görünce sukutu hayale uğradım. Muhtemelen bu beton yığınları kaçak olarak inşa edilmişti, hala inşaatı devam eden binalar vardı çünkü. İnşaatçılar pek de haksız sayılmazlar!! Yurdum toprakları kapanın elinde kalıyor adeta; öyle ya da böyle imar affı çıkıyor, bedavadan dağda villa sahibi olunuyor. Maalesef gerçek bu, güzel ülkemde ve çok üzücü...
Neyse ki, yaylada başı boş koşturan yılkı atlarını uzaktan da olsa gördüm de bir anlığına bu olumsuz düşüncelerden sıyrıldım. Doğada görmek istemediğim tek hayvandır yılkı atı. Neden mi? Bana, insanların ne kadar vefasız ve pragmatist olduklarını hatırlattığından. Bazı yörelerde, bir zamanlar işlerine yarayan bu atları yaşlandıkları ve işe yaramaz duruma geldikleri için onları beslememek ve onlara verecekleri yemden tasarruf etmek adına, kışın dağa salıverirler. Eğer atlar kışı geçirip ilkbahara sağ çıkarlarsa sahibi tarafından tekrar alınıp bakılıyor. Ancak bu yaşlı atların çoğu soğuğa ve açlığa dayanamayıp yaşamını yitiriyor. Sahipleri tarafından tekrar alınmayan ve sağ kalan atlar ise dağda yabanileşiyorlar. Ve genellikle 10-12 attan oluşan gruplar halinde dolaşıyorlar. Yaşlı atların bu acıklı öyküsü, Abbas Sayar'ın "Yılkı Atı" kitabında anlatılmaktadır.
Yaylada gördüğüm grup halinde koşturan yılkı atları öylesine ürkek ve hızlıydılar ki, fotoğraflarını çekmem mümkün olmadı. Ama rehberimiz çekmişti.
Yılkı atlarını ve Kurt Yaylası'nı geride bırakarak karda yürümeye devam ettik. Hava aniden değişti ve yağmur çiselemeye başladı. Çiseleyen yağmur altında yürürken, otlamakta olan koyun sürüsünün çıngırak sesleri de bize tempo tutuyordu. Bir süre bu tempoyla yürüdük. Ve nihayet Sorgun Yaylasına vardık. Burada bulunan göletin kıyısında biraz dinlendikten sonra, Ankara'ya doğru yola koyulduk.
Parkur çok güzeldi. Eminim Nisan ayında açan yayla çiçekleriyle birlikte çok daha güzel olacaktır. Tekrar gitmek isteyeceğim parkurlardan biri. 14 kilometrelik parkur sona erdiğinde, hiç yorgunluk hissetmedim; gördüğüm güzellikler, bu güzelliklerden aldığım haz ve mutluluğum yorgunluğuma ağır basmıştı çünkü. Doğa bana mutluluk sunmuştu ve ben de onu seve seve kabul etmiştim. Tıpkı, Dostoyevski'nin dediği gibi:
"İnsan daima başına gelen felaketleri sayar, sevinçleri değil. Eğer saysaydı, evrenin kendisine yeterince mutluluk sunmuş olduğunu anlardı."
Note:
I dedicate the first snowdrops and crocuses of the spring to my dear friends; Beatriz Martinez from Uruguay, Gabriela Irimescu from Romania and Lea De Taranto Gündüz from Florida. Thank you so much for translating and reading my blog posts. I love you... Greetings from Turkey.
Bize, bu güzel parkuru görme ve yürüme imkanı sağlayan rehberlerimiz Halil Yiğit ve Hasan İlhan'a teşekkürler.
BONUS: Üçü bir arada. Her zaman denk gelmez. Doğanın hayran olunası bir güzelliği daha...
Ufacık bir not:
Kardelenler için kullandığım "nahif" sözcüğü, anlam olarak doğru yazılmıştır. Genellikle "naif" olarak kullanılır, ki iki sözcüğün anlamları çok farklıdır. İnanmıyorsanız, TDK Sözlüğüne bakabilirsiniz. :)
Okumakta olduğunuz yazımdaki duygularımın ana kaynağı pek sevdiğim ve soğuk kış günlerinde bir an önce görmeyi hayal ettiğim dirençli, güneşi görebilmek uğruna ölümü göze alan kardelenlerdir. Onlar kar altında büyük bir özlemle güneşe kavuşabilmek için sabırla beklerler. Henüz karlar erimeden, bir an önce sevgilisine kavuşabilmek ümidiyle karları delip başlarını çıkarırlar yeryüzüne. Mahcupturlar, utangaçtırlar, ki başları hep toprağa dönüktür de kafalarını çevirip güneşe bakamazlar. Belki de güneşe bakmaya kıyamazlar ya da onun parlaklığından etkilenip çabuk solacaklarını hissederler. Bilemiyorum ama bildiğim şu ki; yapılan son araştırmalarda bitkilerin de duygularının olabileceğinin kanıtlandığıdır.
Bir yürüyüş grubunun sayfasında 24 Şubat 2019 Pazar günü yapılacak doğa yürüyüşünde, kardelenleri görebilme şansının olabileceğini okuyunca, bu rotada yürümeye karar verdim. Yürüyüş sonunda da iyi ki yürümüşüm dedim. Güçlü oldukları kadar nahif olan kardelenlerin ömürleri çok kısadır çünkü ve her yerde açmazlar. Onlar yüksek yerlerin, dağ yamaçlarının çocuklarıdır.
Yürüyeceğimiz rota, Ankara'nın Çamlıdere ilçesiyle, Bolu'nun Kıbrısçık ilçeleri sınırında(bitişik ekosistem geçiş zonu) yer alan Akkaya, Sorgun ve Kurt Yaylaları'ydı.
Yürüyüşe Akkaya Köyü'nden başladık. Başladığımız nokta, tipik Orta Anadolu bozkırıydı. Unutmadan yazayım; bozkır deyip geçmemek gerek, bozkırlar ekosistem bakımından dağlık ve ormanlık alanlardan çok daha zengindir.
Yaylalara doğru yükselmeye başlayınca, durdum ve etrafı seyrettim. Karlar erimiş boz renkli toprak belirginleşmişti. Gözlerim ufuk çizgisinde, aklımda "Bekir Büyükarkın'ın Bozkırda Sabah- Kurtuluş Savaşımızın Romanı"ndaki satırları: ".......Bitmiyordu ki savaşın yapıldığı yerler. İnönüler, Uşaklar, Afyonlar, Aydınlar...Hep dolaşıyorduk, binlerce kilometre...Geride ise Ankara vardı. Ankara bir bozkırdı. Orada, Kalaba'da bir adam Ayaş sırtlarından gelen tüfek seslerini dinleye dinleye yalnızlığın buruk acısını, iradenin çırpınışını tadıyordu."
Duygulandım. Bir zaman sonra, düşüncelerimden sıyrılıp kafamı kaldırdığımda grup bir hayli yol katetmişti ve onlara yetişebilmek için hızlandım.
Rakım arttıkça, belli etmek istedikleri duygulara göre renk değiştiren bukalemunlar gibi bozkır da renk değiştirmeye başladı. Boz renk yavaş yavaş yeşile dönüşüyordu. Ve Akkaya Yaylası'na vardık. Yaylada kar yoktu ama eriyen kar sularıyla coşan bir dere vardı. Üstelik soğuk akan kar suları nedeniyle, derenin suyu buz mavisi rengindeydi. Öylesine güzeldi ki, mavinin tonu, hiçbir ressam bu rengi yakalayamaz paletinde diye düşündüm. En yetenekli ressam doğadır çünkü; insanlık tarihinden öncesinde de böyleydi, sonrasında da böyle olacaktır. İnsan, ancak doğayı taklit edebilir; en yaratıcı eserler bile röprodüksiyondur. Özgün olan doğanın kendisidir...
Dere boyunca ilerlerken karşıma çıkan minik bir kardelenle tanıştım. Bu mevsimde gördüğüm ilk kardelendi. Sevincimi, mutluluğumu tahmin edemezsiniz. O anda benim için zaman durmuştu sanki; ne betonlaşmış yayla evlerini gördü gözüm, ne de başka bir şeyi. Doğanın bize sunduğu ender güzelliğe odaklanmış, onu seyrediyordum doyasıya. Kulağımda ise Can Yücel'in sesi:
"Kardelene sormuşlar; Bütün çiçekler sıradan yerlerde açıp insanlara yakın dururken, sen neden yüksek dağlarda açarsın?
Kardelen şöyle cevap vermiş:
Gülü seven dikenini, menekşeyi seven rengini, beni seven ölümü göze alır!"
Başka söze gerek var mı?
Rehberimizin "haydi gidiyoruz" uyarısıyla kendime geldim ve yol boyunca pembe, sarı, mor çiğdemler eşliğinde yürüyüşe devam ettim.. Hem sonbaharda hem de ilkbaharda açan bu çiçekler baharın müjdecisidirler, mevsimin "ilk" veya "son" olduğuna aldırmazlar. Çünkü kendini beğenmiş, mağrur çiçeklerdir onlar. Her çiçekten ala olduğunu düşünür, yiğit başına bela olurlar. Ve Aşık Veysel'in dizelerinden gururla biz ölümlülere seslenirler; "Benden ala çiçek var mı?" diye. Bu kendini beğenmişliğe, şişkin egoya karşın, insanın "evet, var" diyesi geliyor ama öylesine güzeller ki, insan bu güzelliği kırmak istemiyor ve susuyor...
Kurt Yaylası, yer ve doğal güzellik bakımından gördüğüm güzel yaylalardan biriydi. Ancak, tipik yayla evleri (ahşap veya taştan olan ve orman dokusuna uygun o eski evler) yerine rengarenk boyanmış üç dört katlı beton binaları görünce sukutu hayale uğradım. Muhtemelen bu beton yığınları kaçak olarak inşa edilmişti, hala inşaatı devam eden binalar vardı çünkü. İnşaatçılar pek de haksız sayılmazlar!! Yurdum toprakları kapanın elinde kalıyor adeta; öyle ya da böyle imar affı çıkıyor, bedavadan dağda villa sahibi olunuyor. Maalesef gerçek bu, güzel ülkemde ve çok üzücü...
Neyse ki, yaylada başı boş koşturan yılkı atlarını uzaktan da olsa gördüm de bir anlığına bu olumsuz düşüncelerden sıyrıldım. Doğada görmek istemediğim tek hayvandır yılkı atı. Neden mi? Bana, insanların ne kadar vefasız ve pragmatist olduklarını hatırlattığından. Bazı yörelerde, bir zamanlar işlerine yarayan bu atları yaşlandıkları ve işe yaramaz duruma geldikleri için onları beslememek ve onlara verecekleri yemden tasarruf etmek adına, kışın dağa salıverirler. Eğer atlar kışı geçirip ilkbahara sağ çıkarlarsa sahibi tarafından tekrar alınıp bakılıyor. Ancak bu yaşlı atların çoğu soğuğa ve açlığa dayanamayıp yaşamını yitiriyor. Sahipleri tarafından tekrar alınmayan ve sağ kalan atlar ise dağda yabanileşiyorlar. Ve genellikle 10-12 attan oluşan gruplar halinde dolaşıyorlar. Yaşlı atların bu acıklı öyküsü, Abbas Sayar'ın "Yılkı Atı" kitabında anlatılmaktadır.
Yaylada gördüğüm grup halinde koşturan yılkı atları öylesine ürkek ve hızlıydılar ki, fotoğraflarını çekmem mümkün olmadı. Ama rehberimiz çekmişti.
Yılkı Atları.
Fotoğraf: Halil Yiğit(çekim mesafesi; yaklaşık 800 metre)
Yılkı atlarını ve Kurt Yaylası'nı geride bırakarak karda yürümeye devam ettik. Hava aniden değişti ve yağmur çiselemeye başladı. Çiseleyen yağmur altında yürürken, otlamakta olan koyun sürüsünün çıngırak sesleri de bize tempo tutuyordu. Bir süre bu tempoyla yürüdük. Ve nihayet Sorgun Yaylasına vardık. Burada bulunan göletin kıyısında biraz dinlendikten sonra, Ankara'ya doğru yola koyulduk.
Parkur çok güzeldi. Eminim Nisan ayında açan yayla çiçekleriyle birlikte çok daha güzel olacaktır. Tekrar gitmek isteyeceğim parkurlardan biri. 14 kilometrelik parkur sona erdiğinde, hiç yorgunluk hissetmedim; gördüğüm güzellikler, bu güzelliklerden aldığım haz ve mutluluğum yorgunluğuma ağır basmıştı çünkü. Doğa bana mutluluk sunmuştu ve ben de onu seve seve kabul etmiştim. Tıpkı, Dostoyevski'nin dediği gibi:
"İnsan daima başına gelen felaketleri sayar, sevinçleri değil. Eğer saysaydı, evrenin kendisine yeterince mutluluk sunmuş olduğunu anlardı."
Note:
I dedicate the first snowdrops and crocuses of the spring to my dear friends; Beatriz Martinez from Uruguay, Gabriela Irimescu from Romania and Lea De Taranto Gündüz from Florida. Thank you so much for translating and reading my blog posts. I love you... Greetings from Turkey.
Bize, bu güzel parkuru görme ve yürüme imkanı sağlayan rehberlerimiz Halil Yiğit ve Hasan İlhan'a teşekkürler.
BONUS: Üçü bir arada. Her zaman denk gelmez. Doğanın hayran olunası bir güzelliği daha...
Kardelenler için kullandığım "nahif" sözcüğü, anlam olarak doğru yazılmıştır. Genellikle "naif" olarak kullanılır, ki iki sözcüğün anlamları çok farklıdır. İnanmıyorsanız, TDK Sözlüğüne bakabilirsiniz. :)