SÜPHAN DAĞI'NIN ZİRVESİNE DEĞİL, KENDİ EVEREST'İME TIRMANIŞ HİKAYEM
İlk kez bir gezi-yürüyüş yazıma nereden nasıl başlayacağımı bilemiyorum: Yazılacak o kadar güzel şey var ki, hepsini buraya sığdıramamaktan korkuyorum. En iyisi en baştan başlamak. "Yapmak, yaşamak bir değerse, paylaşmak da sürecin tamamlayıcısıdır"* diyerek, süreci tamamlamak istiyorum.
Şubat ayında, 19-22 Temmuz arasında Van-Süphan Dağı tırmanış programı açıklandığında, gideceğimi bildirip, ekonomik olması ve yer bulunmaması ihtimaline karşılık Mart başında gidiş-dönüş uçak biletimi aldım. Tabii 5,5 ay sonra nelerle karşılaşacağımı, sağlıklı olup olmayacağımı henüz bilmiyordum, ama programımı yapmıştım. Tek bildiğim; hayatın provası olmadığıydı.
Uçuş gününe bir hafta kala, bağışıklık sistemimi çökerten bir rahatsızlık geçirdim. Geziyi iptal etmeyi düşünmedim değil ama ailemin desteği ve doktorumun izin vermesiyle gitmeye karar verdim. Doktor tavsiyesiyle magnezyum yüklenmeye, vitaminler almaya başladım, bağışıklık sistemimi güçlendirmek için. Gidecektim ve başaracaktım. Ancak bir hedef belirlemem gerekti, belirledim de; 3.000 metreye tırmanacaktım. Ve kendi kendime dedim ki:
Denemediğini Dene!
Yemediğini Ye!
Gitmediğine Git!
Öğrenmediğini Öğren!
Konuşmadığınla Konuş!
Sevmediğini Sev!
Yaşamadığını Yaşa! **
Sönmüş bir volkan olan Süphan Dağı (4058 m.) yüksekliğiyle, Ağrı Dağı ve Cilo Dağı'nın Reşko Tepesi'nden sonra ülkemizin üçüncü yüksek dağıdır. Bu yükseklik bile insanı ürpertmeye yetiyor, ister istemez.
Denemediğini Dene!
Yemediğini Ye!
Gitmediğine Git!
Öğrenmediğini Öğren!
Konuşmadığınla Konuş!
Sevmediğini Sev!
Yaşamadığını Yaşa! **
Sönmüş bir volkan olan Süphan Dağı (4058 m.) yüksekliğiyle, Ağrı Dağı ve Cilo Dağı'nın Reşko Tepesi'nden sonra ülkemizin üçüncü yüksek dağıdır. Bu yükseklik bile insanı ürpertmeye yetiyor, ister istemez.
19 Temmuz'da sabah erkenden Ankara'dan Van'a bir buçuk saatlik bir uçuş gerçekleştirdik. Uçuş esnasında, Sivas'ı geçtikten sonra ta Van'a kadar uzanan "dağ çölleri"ni seyrettim; en küçük bir yerleşim birimi görmeden uçsuz bucaksız göz alabildiğince uzanan inişli çıkışlı yüksek bölge çölünü. Toprak çoktu ama o topraklarda yaşayan insanlar yoktu!
İlk kez gideceğim Van'a ve gerçek anlamda Doğu'ya yapacağım bu yolculuk nedeniyle endişeliydim, biraz da korkuyordum. Korkum; dağların güvenli olup olmamasıyla ilgiliydi ama dağlarda kaldığım üç gün boyunca korkumun yersiz olduğunu anladım. Dağda güvenlik sağlanmıştı.
Van Ferit Melen Havalimanı'na indiğimizde yerel rehber grubu karşıladı ve bizi bekleyen aracımıza bindik. İstikamet Van Gölü'nün tek adası olan Akdamar'dı. Bunun için Edremit üzerinden Gevaş ilçesine gidecek, oradan da tekneyle Akdamar Adası'na geçecektik. Gevaş yolu üzerinde, "Vizontele" filminde adı sıkça geçen, görünümünden dolayı çadır dağı olarak da bilinen 1800 metre irtifasıyla Artos Dağı'nı gördük. İrtifası küçüktü ama görünümü heybetliydi.
Tekneyle adaya 15 dakikada vardık. Adada bulunan 915-921 tarihleri arasında yapılan Akdamar Ermeni Aziz Haç Kilisesi'ni gezdik. Kilise, dış cephesindeki taş kabartmalarda İncil ve Tevrat'tan alınan dini konuların yanı sıra, dünyevi konular, saray hayatı, av sahneleri insan ve hayvan figürlerinin tasvir edilmesiyle ünlü. Bu tasvirler, kiliseyi diğer benzerlerinden ayırması açısından önemli. Kilisenin iç duvarlarında ise konularını Kitab-ı Mukaddes'ten alan çeşitli tasvirlerin işlendiği duvar resimleri bulunmaktadır. Adada tavşanların bulunduğunu okumuştum ama ben tavşan göremedim; gören arkadaşlarım vardı. Seyir terasından adayı izledikten ve bir buçuk saat adada zaman geçirdikten sonra Nemrut Dağı Krater Göllerine gitmek üzere Tatvan'a doğru yola koyulduk.
Tatvan Bitlis'e bağlı bir ilçe merkezi. İran transit yolu üzerinde bulunması nedeniyle oldukça gelişmiş. İlçede bulunan AVM beni çok şaşırttı; neredeyse büyük şehirlerdeki markaların hepsi burada vardı. Kamp için alışveriş yaptıktan sonra yolumuza devam ettik. Aracımız yokuşu çıkarken yol boyunca telesiyej ve teleferikler bize eşlik etti. Öğrendim ki, Nemrut Dağı'nın güney yamacında kayak merkezi varmış ve bu merkeze kış sezonunda yoğun talep oluyormuş. Tırmanışın sonunda "Nemrut Kalderası Tabiat Anıtı"nın orada mola verdik ve fotoğraf çektik. Güneş batmaya başlamıştı. Dolayısıyla aşağıda görülen gölün suları, güneş ışığını yansıtıyordu. Bu noktadan çevre kocaman bir çanak gibi görünüyordu. Çanağın duvarlarının obsidyen kayalardan oluştuğunu okumuştum. Batmakta olan güneş ışınlarıyla birlikte bu kayaların adeta bir ayna gibi parladıklarına tanık oldum. Manzara muhteşemdi...
Tepeden aşağıya inip Ilıgöl kıyısında (Rakım:2400 metre) kampımızı kurduk. Akşam yemeği hazırlanıncaya dek büyük göle kadar yürüdük. Yol boyunca, endemik yabani kavak ağaçlarının arasında yürümek çok güzeldi. Bu güzel ağaçları başka hiçbir yerde göremeyecektim çünkü. Büyük gölün suyu soğuktu.Gölde sazan balıkları varmış ve burada olta balıkçılığı yapılmasına izin veriliyormuş. Dönüş yolunda akşam kamp ateşi yakmak için kuru dallar topladık. Yolun sonuna doğru başımda bir ağrı belirdi, ki benim başım kolay kolay ağırmazdı. Önce nedenini anlayamadım ama ağrı gittikçe artmaya başlayınca, ADH (Akut Dağ Hastalığı)na yakalandığımı söyledi Iğdır'dan gelen dağcı arkadaşımız. Akşam yemeği hazır olduğunda yemek yiyemedim, çünkü iştahsızdım. Bol su içip dinlenmem gerekiyordu. Öyle de yaptım. Bilmeyenler için Akut Dağ Hastalığının ne olduğunu yazmalıyım çünkü daha önce 2700 metre irtifada bulunmama rağmen böyle bir durum yaşamamıştım. Yaşayanlar olabilir düşüncesiyle, belirtilerini bilmekte yarar var.
Önceden sağlıklı olan bireylerde, 2500 metre ve üzeri yüksekliğe çıkıldığında ortaya çıkan (şakaklarda hissedilen) baş ağrısı, bulantı, kusma, halsizlik, uykusuzluk ve tırmanma performansında düşme belirtileri veren duruma "akut dağ hastalığı" denilmektedir. Genelde dağ tırmanışlarında görülmesine rağmen iş veya tatil amaçlı yüksek rakıma seyahatte de ortaya çıkabilir. Kalp veya akciğer rahatsızlığı olanlarda daha düşük rakımlarda gelişebilir. Aniden yüksek rakıma çıkıldığında (uçakla seyahat veya hızlı tırmanış) vücudun adapte olması için yeterli zaman olmadığından akut dağ hastalığı gelişebilmektedir. Çıkılan rakım ne kadar yüksek olursa hastalığın gelişim riski de o kadar fazla olacaktır. Bu adaptasyon mekanizmasına "aklimatizasyon" denilmektedir. (toraks.org.tr)
Gece baş ağrım şiddetlendi, bir ara başımın çatlayacağını sandım ve çadır arkadaşımı uyandırdım. Birlikte dışarı çıktık ama nafile; ağrım geçmiyor ve uyuyamıyordum. Sabah erkenden kalktım, zaten uyumamıştım. Kahvaltı öncesi yüksek irtifaya adaptasyon yürüyüşüne katılmadım. Dinlenmem gerekiyordu. Bol su içerek ağrımın azalmasını bekliyordum. Yürüyüşten dönen arkadaşlarla kahvaltıya oturdum. Hiçbir şey yiyemedim. İştahsızlığıma artık halsizlik de eşlik ediyordu. Kahvaltı sonrası çadırlarımızı toplayıp araca yükledik. İstikametimiz, Ahlat ve Adilcevaz'dı.
Van Gölü kıyısında, Bitlis iline bağlı küçük, şirin bir ilçe Ahlat. Son dönemde arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkarılan Selçuklu Mezarları ile ünlü. Buraya gelene kadar konu hakkında hiçbir bilgim yoktu, duymamıştım da. Bitlis'in Ahlat ilçesinde bulunan Ahlat Selçuklu Mezarlığı açık hava müzesi niteliği taşıyan Selçuklu dönemi mezarlığıdır. Aynı zamanda erken döneme ait en büyük Türk-İslam mezarlığı olarak da büyük önem taşıyor. Sayıları bin civarında olan, 3,50 metre yüksekliğe varan mezarlar her cephesinde süsleme bulunan dikdörtgen prizma şeklindeki şahideleriyle tanınır. Mezarlık 200 dönüm alana kurulmuş olup mezar taşları ait oldukları döneme ve inançlara ilişkin büyük ipuçları sunuyor. Mezarlıkta üç ana tip mezar taşı bulunuyor. İlki, üzerinde Şamanizmin 12 Hayvanlı Türk Uygur Takviminin hayvanlarından örnekler taşıyan Şahideli mezarlardır. İkincisi, makamların görüldüğü sanduka mezarlardır. Üçüncüsü ise zenginler ve beyler için yapılan, içindeki cesetlerin mumyalandığı kurgan mezarlardır. İki kısımdan oluşan tarihi mezarlıkta 60 bine yakın insanın yattığı söyleniyor. (tarihiyapilar.org)
Biz gezerken arkeolojik kazılar devam etmekteydi. Kazıları, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nden arkeologlar gerçekleştirmekte.
Ahlat Müzesi'ni de gezdikten sonra, Adilcevaz'a gitmek üzere aracımıza bindik. Adilcevaz, göl kıyısında oldukça yeşil şirin bir ilçe. Van Gölü'nün suları burada turkuaz rengiyle insanı büyülüyor adeta. Yerel rehber, Kaymakamlık ve jandarmadan Süphan Dağı'na tırmanış için izin alırken biz de öğle yemeğimizi yedik ve kamp için alışveriş yaptık. Kamp yerinde su olmadığı için bolca su aldık. İzin çıktıktan sonra yola devam ederek Aydınlar Beldesi'nin Kışkıllı mahallesine vardık. Söylenenlere göre, Kışkıllı 2300 metre rakımıyla Türkiye'nin en yüksekteki yerleşim yeriymiş. Aracımız kamp alanına çıkamadığı için, kamp eşyaları traktöre yüklendi. Biz de 2,8 km'lik patika yolu tırmanarak kamp kuracağımız At Yaylası'na vardık --Süphan Dağı'na dört ayrı rota üzerinden tırmanılıyor. Bizim tırmanacağımız rota, Kışkıllı rotası olarak adlandırılan klasik rotaydı. Akşam olmadan çadırlarımızı kurduk ve çevreyi gezdik, Van Gölü'ne kuş bakışı baktık. Çevrede dikenli gevenlerden başka bir şey yoktu, her yer çıplaktı. Yine de birkaç çiçek görmeyi başardım. Hava çok sıcak, toprak kuru(kum gibi) ve en ufak bir esintide tozlar havalanıyordu topraktan. Rüzgar vardı ve çadırları sabitlemekte zorlanıyorduk. Rüzgar çadırımızı bir uçursa Van Gölü'ne kadar götürürdü.
Akşam yemeğinde tırmanış için bol karbonhidrat yüklenmesi yapıldı. :) Tabii benim iştahsızlığım devam ediyordu ama baş ağrım hafiflemişti. Çok bir şey yiyemedim, çay ve su içtim. Gün batmadan tırmanış hazırlıklarımızı yapıp erkenden çadırlarımıza çekildik.
Gece 01.00 de kalktık ve hazırlanan çorbayı içtikten sonra 01.30'da kafa lambalarımızın ışığı altında yürüyüşe başladık. Hava soğuktu. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda, şimdiye dek görmediğim parlaklıktaki yıldızları ve samanyolunu gördüm. Sanki elimi uzatsam yakalayacaktım onları. İçim huzurla doldu bir anda; yaşıyordum ve bu güzellikleri görmüştüm. Leonardo da Vinci'nin dediği gibi; "İşin sırrı görmeyi bilmekteydi" gerçekten de.
Üç bin metreye yaklaştığımızda, başım dönmeye, midem bulanmaya ve ayaklarım istem dışı yalpalamaya başladı. Çift batonla dengemi sağlayamıyordum. Dinlenmek için oturdum. Bir karar vermem gerekiyordu; vereceğim karar benim için hayatiydi. Dinlendikten sonra yola devam edebilirdim ama irtifa arttıkça benim için risk de artacaktı. Zirveye tırmanmak, hayatımdan daha mı önemliydi? Elbette ki hayır, hiçbir dağın zirvesi bir insanın hayatından daha önemli değildir. Süphan Dağı milyonlarca yıldır oradaydı, bir yere gittiği yoktu ve sonsuza kadar da orada kalacaktı. Ayrıca tırmanışa devam etmek istemem halinde grubu da yavaşlatacaktım. Kısa bir süre düşündükten sonra, kampa geri dönmeye karar verdim. Dağlarla inatlaşılmaması gerektiğini, dağlara karşı EGO'nun bir hükmü olmadığını ve dağın size zirve yapma izni vermesi gerektiğini bilebilecek kadar tecrübeli bir doğa yürüyüşçüsüydüm. Biliyordum ki; İş, dağın sizi kabul etmesinde; gerisi yalnızca tırmanıştır. Anladığım kadarıyla Süphan Dağı, bu tırmanış için bana izin vermiyordu, ısrar etmem gereksizdi. Geri dönme kararımdan sonra, yerel rehberle kamp görünene kadar aşağıya indik. Rehber, kampta kalanları bağırarak uyandırdı ve beni karşılamalarını söyledikten sonra yarı yoldan geri döndü. Kalan yolu tek başıma yürümek zorundaydım. Kamptan el feneriyle yön tayini için işaret veriliyordu, ben de o ışığa doğru iniyordum. Tek başıma iniş yaparken korktum mu? Hayır, çünkü dağın güvenli olduğunu görmüştüm. Birazcık endişelendim sadece; yabani hayvan çıkar mı diye. Kamp alanına vardığımda sol kolumda karıncalanma ve ardından uyuşma hissettim. Hemen müdahale yapıldı. Fakat mide bulantım geçmiyordu, kusunca rahatladım ve çadıra gittim, dinlenmek için. Yerel rehberin kardeşi ısrarla çadır başında nöbet tutmak istedi, bir şey olursa diye; ben bir şey olursa haber vereceğimi söyleyip kendisini gönderdim. Çünkü irtifadan dolayı zaten uyuyamayacaktım, ki öyle de oldu. Doğu'da güneş erken doğar. Uykusuz bir geceden sonra güneşi karşıladım. Güneşle birlikte kendimi daha iyi hissettim. Kahvaltı yaptım ve çevreyi dolaşmaya çıktım. Kışkıllı mahallesinden kamp yerine gelen çocuklarla sohbet ettim, zamanın nasıl aktığının farkına bile varmadım; bir de güneşin beni fena halde yaktığının tabii. Rüzgar nedeniyle anlayamamıştım.
Saat 17.00 sularında teker teker geri dönüşler başladı dağdan. Başarılı bir şekilde zirve tırmanışı gerçekleştirilmişti. Yirmi beş kişilik gruptan dokuz arkadaşım zirve yapmıştı. Diğer arkadaşlarım ise farklı irtifalarda yürüyüşlerini sonlandırmışlardı ve zirve yapanların dönüşlerini beklemişlerdi.
Başta kendimi kutluyorum, çünkü hedefimi gerçekleştirmiş, kendi Everest'ime tırmanmıştım. Sonra, zirve yapan arkadaşlarımı ve kendi rekorlarını kırıp, kendi Everest'lerine tırmanan tüm arkadaşlarımı bu çetin tırmanışı gerçekleştirdiklerinden dolayı yürekten kutluyorum. Koşullar zordu; üç gündür su yüzü görmemiştik, gece soğuktu, toprak kuru, dağ zorluydu. Tüm bunlara rağmen hepimiz zoru başarmıştık. Dağcılık sporunun en güzel yanı şudur; diğer sporlarda olduğu gibi yarış yoktur, dolayısıyla sporcular arasında rekabet yoktur, yenme hırsı yoktur. Dağ, yüksek ego'ya da izin vermez. Bunları kavrayamamış olanlar için ünlü dağcı Nasuh Mahruki ne güzel söylemiş:
"Doğanın ve varoluşun özünü kavrayamamış insanlar için doğa, alt edilip başında zafer çığlıkları atılacak bir rakiptir, gerçek bir doğa sporcusu için ise arayışın cevabına giden yoldur." Bizler, arayışın cevabına giden yolun yolcularıydık ve yolculuğumuz devam edecekti...
Tüm arkadaşlar inişi tamamladıktan sonra, çadırlarımızı toplayıp traktöre yükledik. Ve bizler de yürüyerek Kışkıllı mahallesinde bekleyen aracımıza vardık. Van'a gitmek üzere yola koyulduk. Üç saat süren bir yolculuktan sonra Van'daki otele yerleştik. Nihayet medeniyete ulaşmıştık!
Sabah erken kalkıp kahvaltı yaptıktan sonra Van'ı gezdik, ufak tefek alışverişler yaptık. Sonra Van Kalesi'ne gittik. Kale, Urartuların ilk başkentidir. Van Kalesi M.Ö. 9.Yüzyılın ortalarında Urartu Kralı I. Sarduri tarafından yaptırılmıştır ve günümüze oldukça sağlam olarak ulaşmıştır. Kalenin güneyinde eski Van şehrine ait kalıntılar vardır. Bunlardan Selçuklu dönemine ait Ulu Camii ile Osmanlı dönemine ait Kaya Çelebi ve Hüsrev Paşa Camileri dikkat çekici eserlerdir.
Kaleyi gezdikten sonra Ankara'ya uçuş için havalimanına gittik; çok güzel anılar biriktirmiş olarak.
Van'a gitmeden önce, kabul etmeliyim ki, Doğu'ya ve Doğululara karşı küçük de olsa bir önyargım vardı. Dört günlük yolculuğum süresince yaptığım gözlemler, varolan önyargılarımı kırdı, bakış açımı değiştirdi. Bu yolculuğumun beni değiştirdiğini fark ettim. Değiştirmeliydi de, yoksa ne diye yolculuk yapsındı insanlar? Burada, Mark Twain'in sözünü yazmadan geçemeyeceğim: "Önyargı, taassup ve dar görüşlülüğün en iyi tedavisi seyahattir."
Başka yolculuklarda buluşmak dileğiyle. Sağlıcakla kalın.
* Nasuh Mahruki - Kendi Everest'inize Tırmanın, Hayatın İçinde Kendi Yerinizi Arayın, 3. Baskı, ALFA
** Melih Arat - Sıra Dışı Yaşam Becerileri.
Notlar:
1- Ülkemizde iki tane Nemrut Dağı bulunmakta ve genellikle birbirine karıştırılmaktadır. İlki, Tatvan/Bitlis ili sınırları içinde yer alan Nemrut Krater Göllerinin bulunduğu dağdır. İkincisi ise Adıyaman ili Kahta ilçesi yakınlarında Ankor Dağları civarında 2150 metre yüksekliğinde bir dağdır. Üstünde, Komagene uygarlığına ait tarihi heykel ve kalıntılar bulunmaktadır.
2- Sönmüş bir volkan olan Nemrut Dağı'nın zirvesinde yer alan Nemrut Krater Gölünü, tüm dünyayı fethetme amacıyla Doğu'ya yaptığı sefer sırasında Büyük İskender'in keşfettiğine inanıldığından dolayı "Büyük İskender'in Cenneti" adıyla da biliniyor.
İlk kez gideceğim Van'a ve gerçek anlamda Doğu'ya yapacağım bu yolculuk nedeniyle endişeliydim, biraz da korkuyordum. Korkum; dağların güvenli olup olmamasıyla ilgiliydi ama dağlarda kaldığım üç gün boyunca korkumun yersiz olduğunu anladım. Dağda güvenlik sağlanmıştı.
Van Ferit Melen Havalimanı'na indiğimizde yerel rehber grubu karşıladı ve bizi bekleyen aracımıza bindik. İstikamet Van Gölü'nün tek adası olan Akdamar'dı. Bunun için Edremit üzerinden Gevaş ilçesine gidecek, oradan da tekneyle Akdamar Adası'na geçecektik. Gevaş yolu üzerinde, "Vizontele" filminde adı sıkça geçen, görünümünden dolayı çadır dağı olarak da bilinen 1800 metre irtifasıyla Artos Dağı'nı gördük. İrtifası küçüktü ama görünümü heybetliydi.
Akdamar Ermeni Aziz Haç Kilisesi
Tatvan Bitlis'e bağlı bir ilçe merkezi. İran transit yolu üzerinde bulunması nedeniyle oldukça gelişmiş. İlçede bulunan AVM beni çok şaşırttı; neredeyse büyük şehirlerdeki markaların hepsi burada vardı. Kamp için alışveriş yaptıktan sonra yolumuza devam ettik. Aracımız yokuşu çıkarken yol boyunca telesiyej ve teleferikler bize eşlik etti. Öğrendim ki, Nemrut Dağı'nın güney yamacında kayak merkezi varmış ve bu merkeze kış sezonunda yoğun talep oluyormuş. Tırmanışın sonunda "Nemrut Kalderası Tabiat Anıtı"nın orada mola verdik ve fotoğraf çektik. Güneş batmaya başlamıştı. Dolayısıyla aşağıda görülen gölün suları, güneş ışığını yansıtıyordu. Bu noktadan çevre kocaman bir çanak gibi görünüyordu. Çanağın duvarlarının obsidyen kayalardan oluştuğunu okumuştum. Batmakta olan güneş ışınlarıyla birlikte bu kayaların adeta bir ayna gibi parladıklarına tanık oldum. Manzara muhteşemdi...
Nemrut Krater Gölleri (Ilıgöl ve Büyük Göl)
(eden.kulturturizm.gov.tr)
(eden.kulturturizm.gov.tr)
Tepeden aşağıya inip Ilıgöl kıyısında (Rakım:2400 metre) kampımızı kurduk. Akşam yemeği hazırlanıncaya dek büyük göle kadar yürüdük. Yol boyunca, endemik yabani kavak ağaçlarının arasında yürümek çok güzeldi. Bu güzel ağaçları başka hiçbir yerde göremeyecektim çünkü. Büyük gölün suyu soğuktu.Gölde sazan balıkları varmış ve burada olta balıkçılığı yapılmasına izin veriliyormuş. Dönüş yolunda akşam kamp ateşi yakmak için kuru dallar topladık. Yolun sonuna doğru başımda bir ağrı belirdi, ki benim başım kolay kolay ağırmazdı. Önce nedenini anlayamadım ama ağrı gittikçe artmaya başlayınca, ADH (Akut Dağ Hastalığı)na yakalandığımı söyledi Iğdır'dan gelen dağcı arkadaşımız. Akşam yemeği hazır olduğunda yemek yiyemedim, çünkü iştahsızdım. Bol su içip dinlenmem gerekiyordu. Öyle de yaptım. Bilmeyenler için Akut Dağ Hastalığının ne olduğunu yazmalıyım çünkü daha önce 2700 metre irtifada bulunmama rağmen böyle bir durum yaşamamıştım. Yaşayanlar olabilir düşüncesiyle, belirtilerini bilmekte yarar var.
Nemrut Dağı'nda yabani kavak ağaçları.
Önceden sağlıklı olan bireylerde, 2500 metre ve üzeri yüksekliğe çıkıldığında ortaya çıkan (şakaklarda hissedilen) baş ağrısı, bulantı, kusma, halsizlik, uykusuzluk ve tırmanma performansında düşme belirtileri veren duruma "akut dağ hastalığı" denilmektedir. Genelde dağ tırmanışlarında görülmesine rağmen iş veya tatil amaçlı yüksek rakıma seyahatte de ortaya çıkabilir. Kalp veya akciğer rahatsızlığı olanlarda daha düşük rakımlarda gelişebilir. Aniden yüksek rakıma çıkıldığında (uçakla seyahat veya hızlı tırmanış) vücudun adapte olması için yeterli zaman olmadığından akut dağ hastalığı gelişebilmektedir. Çıkılan rakım ne kadar yüksek olursa hastalığın gelişim riski de o kadar fazla olacaktır. Bu adaptasyon mekanizmasına "aklimatizasyon" denilmektedir. (toraks.org.tr)
Gece baş ağrım şiddetlendi, bir ara başımın çatlayacağını sandım ve çadır arkadaşımı uyandırdım. Birlikte dışarı çıktık ama nafile; ağrım geçmiyor ve uyuyamıyordum. Sabah erkenden kalktım, zaten uyumamıştım. Kahvaltı öncesi yüksek irtifaya adaptasyon yürüyüşüne katılmadım. Dinlenmem gerekiyordu. Bol su içerek ağrımın azalmasını bekliyordum. Yürüyüşten dönen arkadaşlarla kahvaltıya oturdum. Hiçbir şey yiyemedim. İştahsızlığıma artık halsizlik de eşlik ediyordu. Kahvaltı sonrası çadırlarımızı toplayıp araca yükledik. İstikametimiz, Ahlat ve Adilcevaz'dı.
Van Gölü kıyısında, Bitlis iline bağlı küçük, şirin bir ilçe Ahlat. Son dönemde arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkarılan Selçuklu Mezarları ile ünlü. Buraya gelene kadar konu hakkında hiçbir bilgim yoktu, duymamıştım da. Bitlis'in Ahlat ilçesinde bulunan Ahlat Selçuklu Mezarlığı açık hava müzesi niteliği taşıyan Selçuklu dönemi mezarlığıdır. Aynı zamanda erken döneme ait en büyük Türk-İslam mezarlığı olarak da büyük önem taşıyor. Sayıları bin civarında olan, 3,50 metre yüksekliğe varan mezarlar her cephesinde süsleme bulunan dikdörtgen prizma şeklindeki şahideleriyle tanınır. Mezarlık 200 dönüm alana kurulmuş olup mezar taşları ait oldukları döneme ve inançlara ilişkin büyük ipuçları sunuyor. Mezarlıkta üç ana tip mezar taşı bulunuyor. İlki, üzerinde Şamanizmin 12 Hayvanlı Türk Uygur Takviminin hayvanlarından örnekler taşıyan Şahideli mezarlardır. İkincisi, makamların görüldüğü sanduka mezarlardır. Üçüncüsü ise zenginler ve beyler için yapılan, içindeki cesetlerin mumyalandığı kurgan mezarlardır. İki kısımdan oluşan tarihi mezarlıkta 60 bine yakın insanın yattığı söyleniyor. (tarihiyapilar.org)
Biz gezerken arkeolojik kazılar devam etmekteydi. Kazıları, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nden arkeologlar gerçekleştirmekte.
Ahlat Müzesi'ni de gezdikten sonra, Adilcevaz'a gitmek üzere aracımıza bindik. Adilcevaz, göl kıyısında oldukça yeşil şirin bir ilçe. Van Gölü'nün suları burada turkuaz rengiyle insanı büyülüyor adeta. Yerel rehber, Kaymakamlık ve jandarmadan Süphan Dağı'na tırmanış için izin alırken biz de öğle yemeğimizi yedik ve kamp için alışveriş yaptık. Kamp yerinde su olmadığı için bolca su aldık. İzin çıktıktan sonra yola devam ederek Aydınlar Beldesi'nin Kışkıllı mahallesine vardık. Söylenenlere göre, Kışkıllı 2300 metre rakımıyla Türkiye'nin en yüksekteki yerleşim yeriymiş. Aracımız kamp alanına çıkamadığı için, kamp eşyaları traktöre yüklendi. Biz de 2,8 km'lik patika yolu tırmanarak kamp kuracağımız At Yaylası'na vardık --Süphan Dağı'na dört ayrı rota üzerinden tırmanılıyor. Bizim tırmanacağımız rota, Kışkıllı rotası olarak adlandırılan klasik rotaydı. Akşam olmadan çadırlarımızı kurduk ve çevreyi gezdik, Van Gölü'ne kuş bakışı baktık. Çevrede dikenli gevenlerden başka bir şey yoktu, her yer çıplaktı. Yine de birkaç çiçek görmeyi başardım. Hava çok sıcak, toprak kuru(kum gibi) ve en ufak bir esintide tozlar havalanıyordu topraktan. Rüzgar vardı ve çadırları sabitlemekte zorlanıyorduk. Rüzgar çadırımızı bir uçursa Van Gölü'ne kadar götürürdü.
At Yaylası Kampı
Gece 01.00 de kalktık ve hazırlanan çorbayı içtikten sonra 01.30'da kafa lambalarımızın ışığı altında yürüyüşe başladık. Hava soğuktu. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda, şimdiye dek görmediğim parlaklıktaki yıldızları ve samanyolunu gördüm. Sanki elimi uzatsam yakalayacaktım onları. İçim huzurla doldu bir anda; yaşıyordum ve bu güzellikleri görmüştüm. Leonardo da Vinci'nin dediği gibi; "İşin sırrı görmeyi bilmekteydi" gerçekten de.
Üç bin metreye yaklaştığımızda, başım dönmeye, midem bulanmaya ve ayaklarım istem dışı yalpalamaya başladı. Çift batonla dengemi sağlayamıyordum. Dinlenmek için oturdum. Bir karar vermem gerekiyordu; vereceğim karar benim için hayatiydi. Dinlendikten sonra yola devam edebilirdim ama irtifa arttıkça benim için risk de artacaktı. Zirveye tırmanmak, hayatımdan daha mı önemliydi? Elbette ki hayır, hiçbir dağın zirvesi bir insanın hayatından daha önemli değildir. Süphan Dağı milyonlarca yıldır oradaydı, bir yere gittiği yoktu ve sonsuza kadar da orada kalacaktı. Ayrıca tırmanışa devam etmek istemem halinde grubu da yavaşlatacaktım. Kısa bir süre düşündükten sonra, kampa geri dönmeye karar verdim. Dağlarla inatlaşılmaması gerektiğini, dağlara karşı EGO'nun bir hükmü olmadığını ve dağın size zirve yapma izni vermesi gerektiğini bilebilecek kadar tecrübeli bir doğa yürüyüşçüsüydüm. Biliyordum ki; İş, dağın sizi kabul etmesinde; gerisi yalnızca tırmanıştır. Anladığım kadarıyla Süphan Dağı, bu tırmanış için bana izin vermiyordu, ısrar etmem gereksizdi. Geri dönme kararımdan sonra, yerel rehberle kamp görünene kadar aşağıya indik. Rehber, kampta kalanları bağırarak uyandırdı ve beni karşılamalarını söyledikten sonra yarı yoldan geri döndü. Kalan yolu tek başıma yürümek zorundaydım. Kamptan el feneriyle yön tayini için işaret veriliyordu, ben de o ışığa doğru iniyordum. Tek başıma iniş yaparken korktum mu? Hayır, çünkü dağın güvenli olduğunu görmüştüm. Birazcık endişelendim sadece; yabani hayvan çıkar mı diye. Kamp alanına vardığımda sol kolumda karıncalanma ve ardından uyuşma hissettim. Hemen müdahale yapıldı. Fakat mide bulantım geçmiyordu, kusunca rahatladım ve çadıra gittim, dinlenmek için. Yerel rehberin kardeşi ısrarla çadır başında nöbet tutmak istedi, bir şey olursa diye; ben bir şey olursa haber vereceğimi söyleyip kendisini gönderdim. Çünkü irtifadan dolayı zaten uyuyamayacaktım, ki öyle de oldu. Doğu'da güneş erken doğar. Uykusuz bir geceden sonra güneşi karşıladım. Güneşle birlikte kendimi daha iyi hissettim. Kahvaltı yaptım ve çevreyi dolaşmaya çıktım. Kışkıllı mahallesinden kamp yerine gelen çocuklarla sohbet ettim, zamanın nasıl aktığının farkına bile varmadım; bir de güneşin beni fena halde yaktığının tabii. Rüzgar nedeniyle anlayamamıştım.
Saat 17.00 sularında teker teker geri dönüşler başladı dağdan. Başarılı bir şekilde zirve tırmanışı gerçekleştirilmişti. Yirmi beş kişilik gruptan dokuz arkadaşım zirve yapmıştı. Diğer arkadaşlarım ise farklı irtifalarda yürüyüşlerini sonlandırmışlardı ve zirve yapanların dönüşlerini beklemişlerdi.
Başta kendimi kutluyorum, çünkü hedefimi gerçekleştirmiş, kendi Everest'ime tırmanmıştım. Sonra, zirve yapan arkadaşlarımı ve kendi rekorlarını kırıp, kendi Everest'lerine tırmanan tüm arkadaşlarımı bu çetin tırmanışı gerçekleştirdiklerinden dolayı yürekten kutluyorum. Koşullar zordu; üç gündür su yüzü görmemiştik, gece soğuktu, toprak kuru, dağ zorluydu. Tüm bunlara rağmen hepimiz zoru başarmıştık. Dağcılık sporunun en güzel yanı şudur; diğer sporlarda olduğu gibi yarış yoktur, dolayısıyla sporcular arasında rekabet yoktur, yenme hırsı yoktur. Dağ, yüksek ego'ya da izin vermez. Bunları kavrayamamış olanlar için ünlü dağcı Nasuh Mahruki ne güzel söylemiş:
"Doğanın ve varoluşun özünü kavrayamamış insanlar için doğa, alt edilip başında zafer çığlıkları atılacak bir rakiptir, gerçek bir doğa sporcusu için ise arayışın cevabına giden yoldur." Bizler, arayışın cevabına giden yolun yolcularıydık ve yolculuğumuz devam edecekti...
Tüm arkadaşlar inişi tamamladıktan sonra, çadırlarımızı toplayıp traktöre yükledik. Ve bizler de yürüyerek Kışkıllı mahallesinde bekleyen aracımıza vardık. Van'a gitmek üzere yola koyulduk. Üç saat süren bir yolculuktan sonra Van'daki otele yerleştik. Nihayet medeniyete ulaşmıştık!
Sabah erken kalkıp kahvaltı yaptıktan sonra Van'ı gezdik, ufak tefek alışverişler yaptık. Sonra Van Kalesi'ne gittik. Kale, Urartuların ilk başkentidir. Van Kalesi M.Ö. 9.Yüzyılın ortalarında Urartu Kralı I. Sarduri tarafından yaptırılmıştır ve günümüze oldukça sağlam olarak ulaşmıştır. Kalenin güneyinde eski Van şehrine ait kalıntılar vardır. Bunlardan Selçuklu dönemine ait Ulu Camii ile Osmanlı dönemine ait Kaya Çelebi ve Hüsrev Paşa Camileri dikkat çekici eserlerdir.
Kaleyi gezdikten sonra Ankara'ya uçuş için havalimanına gittik; çok güzel anılar biriktirmiş olarak.
Van'a gitmeden önce, kabul etmeliyim ki, Doğu'ya ve Doğululara karşı küçük de olsa bir önyargım vardı. Dört günlük yolculuğum süresince yaptığım gözlemler, varolan önyargılarımı kırdı, bakış açımı değiştirdi. Bu yolculuğumun beni değiştirdiğini fark ettim. Değiştirmeliydi de, yoksa ne diye yolculuk yapsındı insanlar? Burada, Mark Twain'in sözünü yazmadan geçemeyeceğim: "Önyargı, taassup ve dar görüşlülüğün en iyi tedavisi seyahattir."
Başka yolculuklarda buluşmak dileğiyle. Sağlıcakla kalın.
* Nasuh Mahruki - Kendi Everest'inize Tırmanın, Hayatın İçinde Kendi Yerinizi Arayın, 3. Baskı, ALFA
** Melih Arat - Sıra Dışı Yaşam Becerileri.
Notlar:
1- Ülkemizde iki tane Nemrut Dağı bulunmakta ve genellikle birbirine karıştırılmaktadır. İlki, Tatvan/Bitlis ili sınırları içinde yer alan Nemrut Krater Göllerinin bulunduğu dağdır. İkincisi ise Adıyaman ili Kahta ilçesi yakınlarında Ankor Dağları civarında 2150 metre yüksekliğinde bir dağdır. Üstünde, Komagene uygarlığına ait tarihi heykel ve kalıntılar bulunmaktadır.
2- Sönmüş bir volkan olan Nemrut Dağı'nın zirvesinde yer alan Nemrut Krater Gölünü, tüm dünyayı fethetme amacıyla Doğu'ya yaptığı sefer sırasında Büyük İskender'in keşfettiğine inanıldığından dolayı "Büyük İskender'in Cenneti" adıyla da biliniyor.
3- Obsidyen, volkan camı, doğal yollarla oluşan volkanik kökenli bir cam türüdür. Lavın hızlıca soğuması ve kristalleşmeye yetecek kadar zaman geçmeden donmasıyla oluşur. (Vikipedi)
Fotoğraflar için linki tıklayınız:
https://photos.google.com/share/AF1QipOgedZ-u9Rd4my5aI6vr6X4PkLqmvUba5oNnBKf3-h4IkTW1J5tcWmT7WzIL_z2Nw?key=b2Rrek9uWUh6N1N4MGJRdVdJWWt2cEtnaUxTWHB3
Fotoğraflar için linki tıklayınız:
https://photos.google.com/share/AF1QipOgedZ-u9Rd4my5aI6vr6X4PkLqmvUba5oNnBKf3-h4IkTW1J5tcWmT7WzIL_z2Nw?key=b2Rrek9uWUh6N1N4MGJRdVdJWWt2cEtnaUxTWHB3