ROMA'NIN ÜNLÜ HATİPLERİNDEN ÇİÇERO'NUN VALİLİK YAPTIĞI KİLİKYA'YA DÖRT GÜNLÜK BİR YOLCULUK HİKAYESİ
İnsan bu, bilmediğini bilmek, görmediğini görmek ister. Bilinmeyenin cazibesi, insanın keşfetmeye duyduğu hayranlık onu değişik coğrafyalarda yolculuk yapmaya iter. Ben de, görmediğim yerleri görmek, bilmediklerimi yerinde öğrenmek için 28 Mart - 1 Nisan 2025 tarihleri arasında Kilikya Yolu'nun Toros ve Afrodit rotalarını yürümek üzere yola çıktım. Doğada yürümek, insanın ruh haline çok iyi geliyor. Temiz havada yürümek insanın zihnini açıyor, daha derin düşünmesine ve de varsa problemlerinin çözümüne yönelik fikirler geliştirmesine neden oluyor. Ben de doğada yürürken düşünmeyi sevenlerdenim. Yürürken düşündüm, gördüklerimi fotoğrafladım, rehberimizin anlattıklarını can kulağıyla dinledim. Şimdi de yaşayıp gördüklerimi yazarak, zaman makinesinin acımasız olan unutma çarklarından kurtarmak istiyorum. Ne demişler? "Hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür."
Kısaca Kilikya Tarihi:
Kilikya, Anadolu'nun Alanya'dan başlayıp, doğuda Kinet Höyük'te (İskenderun) son bulan, kuzeyden Toros Dağları'yla çevrili alanı kapsayan antik bölgedir. Kilikya; Hristiyanlığın en önemli ve kutsal sayılan yerleşimlerinden biridir. Hristiyanlık tarihi açısından büyük olaylara sahne olmasıyla ünlüdür. Bölgede yapılan arkeolojik kazılar neticesinde bölgede yerleşimin Cilalı Taş Devri'ne (M.Ö. 8.000 yılı) kadar uzandığı bilinmektedir. Ovalık Kilikya (Çukurova) ve Tarsus'un kuzey ve doğusunda kalan bölge de Dağlık Kilikya olarak adlandırılmıştır. Kilikya bölgesi sırasıyla, Hititler, Asurlular, Persler ve Makedonya Kralı Büyük İskender'in egemenliği altına girmiştir. Büyük İskender'in ölümünden sonra Kilikya toprakları generalleri arasında bölüşülmüş, uzun yıllar süren savaşlar sonucunda Kilikya Selevkos'un egemenliğine geçmiştir. Kilikya'nın korsanların yuvası haline gelmesi ve Akdeniz ticaretine zarar vermelerinden rahatsız olan Romalılar, buraya gelerek üs kurdular. Selevkos ve Roma döneminde Kilikya Helenleşmiş ve bölgede birçok şehir kurulmuştur. Silifke bu şehirlerden biridir. Roma döneminde Tarsus, Kilikya'nın başkenti olmuştur. Ünlü Romalı hukukçu, devlet adamı ve hatip Çiçero, proconsul rütbesi ile Kilikya valiliğine atanmış ve M.Ö 51 - M.Ö 50 yılları arasında burada bir yıl valilik yapmıştır.
Roma İmparatorluğu'nun bölünmesinden sonra Kilikya Bizans'a bağlı kaldı. Bizans döneminde 1080 yılından itibaren Ermeni beyliği olarak yönetilen bölge 1199 - 1375 yılları arasında Kilikya Ermeni Krallığı egemenliği altında kaldı. 1375 yılından sonra Kilikya bölgesi Memluk Sultanlığı topraklarına geçti. 16. yüzyılda bölge Osmanlı topraklarına katıldı.
Kilikya bölgesinde Helenistik dönemden Bizans dönemine kadar şarap ve zeytin yağı üretimi, keten ve tahin üretimi yapılmakta ve bunlar bölge ticaretinde önemli bir yer kaplamaktaydı.
Silifke:
Kilikya Yolu yürüyüşümüz süresince, Taşucu / Silifke'de konakladık. Oraya gitmeden önce "Silifke'nin yoğurdu" türküsünü biliyordum ama yoğurdunun neden ünlü olduğunu bilmiyordum. Silifke'nin yoğurdunu tattıktan sonra haklı bir üne sahip olduğunu düşündüm. Yoğurt, keçi sütünden, limon ağacı odunu ateşinde bakır kazanlarda kaynatılıyormuş. Kaynayan süt, İncir sütü ve kırlarda yabani olarak yetişen yeşil nohutla mayalanıyormuş. Yoğurt kasesini ters çevirince yoğurt dökülmüyordu. Silifke'ye vardığımda meydanda gördüğüm keklik heykelinin nedenini sordum. Meğer, keklik Silifke'nin sembolü imiş. Keklik, Türk Kültüründe, özellikle Türk el sanatlarında sıklıkla kullanılan bir motif olduğu yapılan araştırmalarda görülmüştür. Mersin yöresinde yaşayan Silifke Yörükleri arasında "Keklik" imgesinin ne kadar önemli olduğunu; destan, türkü, mani, atasözü, deyim, halk oyunları ve el sanatlarında görmek mümkün. Keklik halk oyunu buna güzel bir örnektir. Kaşıklarla kekliğin davranışları anlatılır. Ayrıca Silifke'ye mavi yengeçler diyarı da deniyor. Göksu Deltası yürüyüşümde hiç mavi yengece rastlamadım ama Taşucu/Silifke'de cadde boyu mavi yengeç restoranlarını gördüm. Görmemek mümkün değildi. Çünkü hepsi masmavi renge boyanmıştı. Mavi yengeç (Callinectes sapidus), hem denizlerin doğal döngüsünde önemli bir yeri olan hem de lezzetiyle oldukça değerli bir deniz ürünüymüş. Benden söylemesi.
Erken Roma Dönemi'ne ait olduğu anlaşılan Silifke Kalesi, beyaz kesme kireçtaşından Silifke'ye hakim bir konumda 185 metre yükseklikte bir tepe üzerine inşa edilmiş. Kaleyi gezemedim ama uzaktan fotoğrafladım. Kalenin bir özelliği de sadece askeri amaçla değil yerleşim için de yapıldığıymış. Silifke'nin ortasından geçen Göksu Irmağı üzerinde bulunan Taş Köprü (Roma Köprüsü) yedi gözlü olup, zaman zaman yapılan tadilatlarla günümüze kadar gelmiştir. Köprünün Kilikya Valisi Memor tarafından M.S. 77-78 yıllarında yaptırıldığı bilinmektedir.
Bu genel bilgilerden sonra dört günlük yürüyüşümde gördüklerimi ve öğrendiklerimi okumaya ne dersiniz?
1. Gün: Taşucu-Kum Mahallesi, Çavuşir-Hurma (Dalyan) Etabı
Kahvaltı yaptıktan sonra, Göksu Irmağı'nın biriktirdiği alüvyonlardan oluşan bol kumlu Göksu Deltası'nda yürümeye başladık. Hava güneşli ve sıcaktı. Kumlu bölgede yürümek zorlayıcıydı ama görülen manzara bu zorluğa değerdi. Mart sonunda deltada mor renkli keklik çiğdemleri (iris), koyungözü çiçekleri, erguvanlar, mor salkımlar, sarı renkli mimozalar açmıştı ve hava mis gibi çiçek kokuyordu.
Göksu Deltası aynı zamanda birçok göçmen kuş açısından önemli bir sulak alan olup deniz kaplumbağalarının "Caretta caretta" yumurtalarını bıraktığı, Akdeniz'deki en önemli ana yuvalama bölgelerinden biridir. Göksu Deltası Özel Çevre Koruma Bölgesi'nde 507 bitki taksonu bulunmakta olup bunlardan 10 tanesi endemik taksondur.
Yöre halkı Göksu Deltası'nı "Dalyan" olarak adlandırmaktadır. Dalyanı oluşturan Akgöl ve Paradeniz göllerinin ortasından yürümek, arada sırada gölden havalanan balıkçıl kuşlarını görmek, göremediğimiz ama orada olduklarını bildiğimiz küçük kuşların cıvıltılarını dinlemek, kum yürüyüşümün zorluğunu unutturdu. Rota boyunca gölgelik bir alan ve su kaynağı bulunmadığından yaz aylarında yürünmesini önermem. Ülkemizdeki tüm büyük nehirleri gördüm ama ilk kez gördüğüm ismiyle müsemma Göksu Irmağı'nın masmavi sularına kalbimi bıraktım. İyi ki yürüdüm ve bu güzellikleri gördüm dediğim rotalardan biri oldu.
2. Gün: Kayacı Vadisi, Limonlu / Erdemli
Kayacı Vadisi, Mersin'in Erdemli ilçesinin Limonlu Beldesi'nde yer almaktadır. Orta Toroslardan doğan 120 km uzunluğundaki Lemas(Limonlu) çayı burada çok dik ve keskin vadiler oluşturmuş. Kayacı Vadisi'ne doğru tırmandıkça sıcaklığın hızlı bir şekilde düşmesi, burayı yaz aylarında sıcaktan kaçmak isteyenler için iyi bir dinlenme ve piknik yeri yapmış. Vadinin belli yerlerinde kır lokantaları mevcuttur. Vadide ırmak boyunca zengin bitki çeşitlerini görmek kendimi adeta cennetteymişim gibi hissettirdi. Çınar ağaçları, çiçeklenmiş ve mis gibi kokan erguvan ağaçları, çiçeğe durmuş defneler vadiye ayrı bir güzellik katmış. Vadi boyunca açan mavi-beyaz anemonlar sanki bize yolu gösterircesine, ırmakla dağ arasındaki dar bölgede sürekli önümüze çıktı.
Lemas Çayı üzerinde yer alan en eski işletme Doktorun Yeri imiş. Bu güzel yerde mola verip gurubumuzla bayramlaşma yaptık. Ramazan Bayramının ilk günü idi çünkü. Rehberimiz şeker ve kolonya ikram etti. Sonrasında Kayacı Vadisi Ekoturizm alanındaki yürüyüşümüze devam ettik. Hava güneşli ve sıcak olduğu için Lemas Çayı üzerinde oluşan gökkuşağını da fotoğrafladım. O anı hiç unutmayacağım. Masal diyarında gibiydim... Yürüyüş bitiminde, Kızkalesi yakınlarındaki küçük bir koya geldik. İsteyenler denize girdiler. Ben denize girmedim. Yorgunluk kahvesi içmek için ne kadar pansiyon varsa sordum ama sezon açılmadığı için kahve yokmuş. Anlayacağınız bir fincan kahve içemedim. Kızkalesi'ni kahve yapılmayan yer olarak anacağımdan emin olabilirsiniz. Bu durumda rehberimizin hazırladığı termos çayını içmek zorunda kaldım. :)
Deniz faslından sonra gün batımının harika olduğu söylenen Dalyan'a tekrar gittik. Gün batımına yetiştik ama şiddetli lodos nedeniyle sahilde uzun süre kalamadık. Lodosun izin verdiği ölçüde gün batımını izleyebildik.
3. Gün: Gilindire Mağarası (Aynalıgöl) İncekum Plajı Doğa Yürüyüşü
Kahvaltı sonrası Aydıncık ilçesine doğru yola koyulduk. Rotamız, ilçede bulunan Gilindire mağarasıydı. Mağaraya giriş ücreti 60 TL idi. Denize doğru inişe geçerek mağaraya doğru yol aldık. Akdeniz'in yamacında yer alan mağaranın keşfedilmesinin ilginç bir hikayesi var. 1999 yılında keçilerini otlatan bir çoban, dikkatini çeken bir kirpiyi takip ediyor ve kirpinin mağaraya girmesiyle çoban da mağaraya giriyor. Gördükleri karşısında şaşıran çoban durumu ilgililere bildiriyor. Bu alan 2013 yılında Tabiat Anıtı, 2021 yılında da Tabiat Parkı olarak ilan edilmiş. Çevre düzenlemesi yapılarak mağara içi ışıklandırılmış ve ahşap merdivenler yapılmış. Mağara içinde, 560 basamakla inilen ve derinliği 47 metre olan bir göl bulunmakta. Göle Aynalıgöl denilmekte. Mağara içinde masmavi sularıyla gerçekten ayna gibi parlamakta. Gezip gördüğüm mağaraların içi hep serin olurdu ve içeri girerken kalın bir şeyler giyerdim. Gilindire mağarasının içi ise oldukça sıcak ve bunaltıcıydı. O kadar bunaldım ki, gölü üstten görüntüledim, kıyısına inmeden mağaradan çıktım.
Gilindire mağarası, 555 metre yatay uzunluğa, 46 metre derinliğe sahip. Mağaradaki dev boyutlara ulaşan ve her biri ayrı görsel şölen sunan damla taşlar, sarkıt ve dikitler ana galeriyi çok sayıda odalara ayırıyor. Gilindire mağarası, Türkiye mağara literatüründe "Kambriyen kireç taşlarından" oluştuğu tespit edilen üç mağaradan birisiymiş. Yaptığım araştırmada Kambriyen Dönemi şöyle tanımlanıyor: "Kambriyen Dönemi, Dünya'daki yaşamın tarihinde önemli bir noktayı işaret eder. Bu, başlıca hayvan gruplarının çoğunun fosil kayıtlarında ilk kez göründüğü zamandır." Bu şu demek; Gilindire mağarası aynı zamanda fosilleri de içinde barındırıyor. Bu yönüyle de mağara eşsiz nitelikte. Aydıncık'a yolunuz düşerse mutlaka ziyaret etmenizi öneririm...
Mağara çıkışı toplandığımız alanda, bir gün önce vefat eden sanatçı Volkan Konak'ı andık. Yerli rehberimiz bağlamasıyla Volkan Konak'ın iki türküsünü söyledi. Sonrasında 1.5 kilometre uzunluğunda tamamı taş ve kayalardan oluşan denize paralel rotamızı tamamladık. Sert bir rota idi. 10 kilometrelik yürüyüşümüzü tamamladıktan sonra Aydıncık'ın en güzel koylarından biri olan İncekum plajında yüzme molası verildi. Koy öylesine güzeldi ki, deniz mevsimini açıp ayaklarımı denize soktum. Deniz suyu ilaç gibi geldi ve ayaklarımın tüm yorgunluğunu aldı. Deniz sonrası Taşucu'na döndük. Akşam yemeğinde Mersin'in ünlü tantunisini tattım.
4. Gün: Yerköprü Şelalesi, Alahan Manastırı / Mut
Sabah kahvaltısı sonrasında Mut ilçesine doğru yola çıktık. Mut'ta bulunan yöresel ürünler marketinde mola verildi. Alışveriş sonrası Mut ilçesinde yer alan Yerköprü şelalesine doğru yol aldık. Şelale girişinde aracımızı park ettikten sonra, çevre düzenlemesi güzel yapılmış olan yoldan aşağı doğru indik. Çayın üzerinde yapılan asma köprüden şelaleyi ve vadiyi izlemek muhteşemdi. Yerköprü şelalesi Mut ilçesinde Göksu ırmağıyla birleşen Ermenek çayının üzerinde bulunmaktadır. 2011 yılında "Tabiat Anıtı" olarak tescillenen şelale 29 metre yükseklikten dökülmektedir.
Milyonlarca yıl önce, Ermenek çayı üzerinde meydana gelen bir heyelan sonucunda, burada bulunan kaynak suyunun kireçli yapıyla buluşmasından oluşan şelale, çevresindeki zengin florası ile izleyenleri adeta büyülemektedir. Şelaleye iniş ve çıkış merdivenlerle biraz zor olduğu için midir, bilemiyorum, bu güzellik bakir kalabilmiş. Erdemli'de gördüğüm Kayacı Vadisi, ulaşımı kolay olduğundan Lemas (Limonlu) çayı boyunca çadırlar ve de piknik alanları insanlarla dolu doluydu! Umuyor ve diliyorum ki, bu eşsiz güzellikler kirletilmez ve korunur.
Şelalenin yakınında biri üstte, diğeri altta olmak üzere iki adet seyir terası vardır. Teraslara ahşap merdivenlerle inilmektedir. Alttaki terastan, şelalenin altındaki mağaranın girişi görülmektedir. Mağaranın hemen önünde şelalenin oluşturduğu turkuaz renkli, derinliği 15 metre olan bir göl bulunmaktadır. Şelalenin üzerinde ise bin bir çeşit bitki örtüsünü gözlemek mümkün. Mutlaka gidilmesi ve görülmesi gereken doğal ortamlardan biri... Ben çok sevdim.
Alahan Manastırı - Mersin
Evliya Çelebi'nin "Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor." diye anlattığı Alahan Manastırı, Mersin-Karaman karayolu üzerinde Geçimli Köyü civarındadır. 1300 metre yükseklikte ve Göksu Vadisi'ne bakan dik bir yamaca oturtulmuştur.
Hristiyanlığın Kapadokya ve Likonya'da (Konya) yayılması sırasında bu yeni dini kabul edenlerin takibe uğraması ve inanmayanlar tarafından öldürülme korkusu, Hz. İsa'ya inananları dağlık bölgelerdeki mağara kaya oyuklarında ibadete zorlamıştır. St. Paul ve yine Tarsus'ta yaşamış Hristiyanlık öncülerinden Barnabas ile birlikte Hristiyanlığı yaymak için Konya-Kapadokya ve Antalya-Antakya'ya kadar maceralı yolculuklar yapmışlardır. İşte bu iki Hristiyan Aziz'in gezileri sırasında konakladıkları her yerde anılarına mabetler yapılmıştır. Alahan Manastırı da bunlardan biridir.
440-442 yıllarında yapılmış olduğu tahmin edilen Alahan Manastırı; Batı Kilisesi, Manastır, Doğu Kilisesi, kayalara oyulmuş keşiş odacıkları ve çevredeki mezarlardan oluşmaktadır. Kilise binaları Ayasofya ile ortak mimari özellikleri taşımaktadır. (kulturportali.gov.tr)
Alahan Manastırı'na vardığımızda, sağanak yağmur ve şiddetli rüzgarla karşılaştık. Silifke'nin güneşli sıcak havası nedeniyle giysilerim yazlık olduğu için çok üşüdüm ve hızla fotoğraf çekip araca koştum. :)
Yazı ve paylaşım için teşekkür ederim Sahriye Hocam. Bin selam olsun.
YanıtlaSilYorumunuz için ben teşekkür ederim.
Sil