DAZLAKLAR KİMLERDİ?
Yıl 1748. Her şey Necid çöllerinde başladı. Necid neresi diye sorabilirsiniz. Necid, Suudi Arabistan'ın coğrafi merkezidir. Burası Diriye Emirliği döneminden bu yana Suudi Arabistan'ın birleşmesini amaçlayan Suud Hanedanı'nın yerleşim alanıdır. Şimdi dazlakların doğuş hikayesine geçebilirim.
Küçük bir yerleşim olan Uyeyne'de bir bedevi Zeyd'in mezarı başında; "Devemi kaybettim. Ne olursun onu bana buldur" diye yalvarıyordu. O sırada oradan geçen alim Muhammed bin Abdülvehhab, mezarda yatan sahabeden yardım isteyen bedeviye öfkeyle bağırır; İsteyeceğini Allah'tan iste. Zeyd de senin gibi fani idi, geldi, geçti. Artık ne kendisine, ne sana yardımı dokunur, diye söyler. Bununla da yetinmez, yanındaki iki öğrencisine adamı dövdürür, Zeyd'in mezarını da yıktırır. Uyeyneliler bu duruma öfkelenip baş kaldırırlar. İşin büyüyeceğinden korkan Uyeyne Emiri Osman bin Muammer, alim Muhammed'in kasabayı terk etmesini ister. Kasabayı terk eden Muhammed bin Abdülvehhab, tevhit inancına vurgu yaparak başta Diriye olmak üzere gittiği her yerde fikirlerini anlatıp durdu. O anlattıkça da kendisine inananların sayısı arttı. Taraftarlarına soyadından dolayı Vehhabi denilmeye başlandı. Sonra bir gün, "Saçlarınızı kazıtın! Birbirinizi daha iyi tanımak, kimliğinizi belirlemek ve aidiyetinizi bilmek için!" dedi. Gittikçe çoğalan taraftarları da saçlarını kazıttılar.
Abdülvehhab, kısa bir süre içinde Necid'de kuvvetleniyor, kuvvetlendikçe fikirleri keskinleşiyor ve hızla çevreye yayılıyor. O güne kadar Mekke ve Medine ulemasınca cevaz verilen pek çok uygulamaya "şirk" damgası vurunca tepki çekmeye başlıyor. Gittiği yerden tekme tokat kovuluyor. Öyle ya "Eski köye yeni adet getirmek" de neyin nesi. Bunun üzerine Abdülvehhab kendisine bir hami aramaya başlıyor. Bütün Necid'i dolaşıyor ve sonunda Suud adındaki bir aşiretin hakimiyetindeki Diriye köyüne varıyor. Alim olması nedeniyle bilgi sahibi olan ve de çok etkili konuşan Muhammed bin Abdülvehhab, deveden başka ilgi alanları olmayan Suud aşiretini etkilemeyi başarıyor ve aradığı koruyuculuğu onlarda buluyor. Diriye Emiri Muhammed bin Suud tarafından kendisine siyasi himaye sağlanıyor. Bu durumdan her iki taraf da karlı çıkacaktır.
İki Muhammed, yani Abdülvehhab'ın oğlu ile Suud'un oğlu başlarını kazıtarak ittifak yapıyorlar. Birincisi dini fikirlerini yayarak itibar ve nüfuz elde edecek, diğeri de onun üzerinden siyasi güç elde edecek ve aşiretini büyütüp yayılacak. Günümüze baktığımızda dazlakların ittifakının başarılı olduğunu görüyoruz!
Siyasi yönetim ve güç, din bilgisi yönetimine üstün geliyor ve kısa sürede "Suud" adı bütün Arabistan'da duyulmaya başlıyor. Necid çölünün orta yerindeki bu ıssız Diriye, on yıl içinde saçlarını kazıtan dazlaklarla dolup taşıyor ve geniş bir bölgenin başkenti oluveriyor.
Suud kabilesi hızla silahlanarak siyasi güce kavuşurken, Abdülvehhab (Artık Muhammed adı yerine bunu kullanmaktadır) bu siyasi gücün fikir ve iman ihtiyacını karşılamaktadır. Sonunda iyice güçlendiklerini görünce Abdülvehhab, çevre kabilelere mektuplar gönderip kendi fikirlerine inanmaya davet davet edecek. Daveti kabul edenler dazlaklara katılacak, etmeyenler ise Suud'un silahlı birlikleri tarafından dize getirilecektir.
Dinde zorlama yoktur diyenlere de Asr-ı saadet fetihlerini örnek aldıklarını söyleyerek bildikleri yoldan şaşmıyorlar. Öyle ki, Hac için aylarca yol giden Müslümanlara bile saldırıyorlar, öldürüyorlar ve mallarına el koyuyorlar. Buna da Abdülvehhab'ın içtihatlarını örnek gösteriyorlar. Şöyle ki; "Çünkü o, yeryüzündeki Müslümanların Kur'an ve Sünnet'ten saparak artık küfre vardıklarını, bunlara karşı cihadın şart olduğunu söylüyor, askerleri inandırıyor.Değil mi ki mezarda yatan ölüden imdat isteniyor, bu küfür değil de ne olur?" Yani işin siyasi yönü İslami yönünü aşmıştı.
Abdülvehhab'ın ölümünden sonra Suud soyu daha şiddetli önlemler alıyor. Muhammed bin Suud ve oğlu Abdülaziz'in yirmi yıl kadar süren iktidarları sırasında , Arabistan'ın her biri yanı kabile savaşlarıyla çalkalanıyor. Sonuçta Suud üstün gelerek Abdülvehhab'ın fikirleriyle herkese boyun eğdiriyor. Arabistan'da dazlakların mutlak hakimiyeti başlıyor.
Sonradan sistemleşip Vehhabilik adını alacak olan Hanbeli mezhebinden ilham alan katı anlayış, selefi görüş tüm Arabistan'a yayılıyor. Bu inanca göre herhangi bir Müslüman, Vehhabi inanışını kabul ettiğinde önceki gafletini örtecek bir para cezası ödemeden gerçek anlamda bir Müslüman - bir Vehhabi- olamıyor. Bu durumda Vehhabi inancına sahip olmayanlar Müslüman'dan sayılmıyorlar. İşte bu nedenle Hacca giden Müslümanlar'a acımadan saldırıyorlar. Osmanlı Padişah'ı II. Mahmut döneminde hacılara yapılan dazlakların saldırısı önlenemediği için beş yıl "Sürre Alayı" çıkarılamamış Topkapı Sarayı'ndan. Sırf İngilizlerin kışkırtmasıyla dazlaklar özellikle Osmanlı hacı adaylarına ve kervanlarına saldırıyorlarmış. Endonezya, Malezya ve diğer ülkelerden gelen Müslümanlar ise rahatlıkla Hac vazifelerine ifa edebiliyorlarmış!
Bir Vehhabi'ye göre hiç kimseye savaştığı için para ödenmez, savaş Allah adına ve onun içindir. Ama kendileri inkar etseler de geçimlerini çapul ve ganimetle sağlamaktalar. Hem de Müslümanları yağmalayarak.
Şimdi diyeceksiniz ki Necid çölünde Bedeviler bunları yaparken ve beş yıl Sürre Alayı İstanbul'dan yola çıkamazken, devleti yöneten padişah ve devletlüler ne yapmışlar, neden müdahale etmemişler? Güzel soru. Cevabı da sizler araştırıp bulunuz ya da aşağıda adını vereceğim kitabı okuyunuz, derim naçizane. Eğer tarih okumaya ilginiz varsa elbette. :)
Not: Mehmet Akif Ersoy'un Necid Çöllerinden Medine'ye adlı bir şiiri vardır.
Kaynak Kitap:
İskender Pala, KERVAN. Kapı Yayınları. 1. Baskı, s: 26-35)