29 Ağustos 2018 Çarşamba




YAKIN AMA UZAK KOMŞUMUZ: RUSYA
Merhaba! St. Petersburg: Kuzey'in Başkenti 

Sabah erkenden başkent Moskova'ya 800 Kilometre uzaklıktaki eski başkent St. Petersburg'a doğru yol alıyoruz hızlı trenle. Yolculuğumuz dört saat sürecek. Tren hızlı olsa da, manzara yavaş akıyor ve ben pencereden bakarak manzaranın tadını çıkarıyorum bu devasa büyüklükteki coğrafyada. Sanki hiç yükselti yok, her bir taraf yeşile boyanmış. Sık ara minik, şirin evler görüyorum, yeşil örtünün aralarında. Sonradan öğrendiğime göre bu evlere "Daça" deniliyormuş. Rusların yaşamında Daça kültürünün önemli bir yeri varmış. Şehrin kalabalığından ve kaosundan uzaklaşıp, doğayla baş başa kalmak isteyen Ruslar, buldukları her fırsatta şehir dışındaki bu minik evlere kaçıyorlarmış. Öyleki, "Daça, Sovyetler Birliği'nin ömrünü uzattı" esprisini yapanlar bile varmış. Rusya'da tatil ve dinlenme kültürü çok önemli. Haliyle daçalara gidip stres atınca da ortalık süt liman gözüküyor Ruslara.

Tam dört saat sonra St. Petersburg garındaydık. Rusya'da trenler dakik. Devrimi başlatmak üzere Lenin'in İsviçre'den  yola çıkarak İsveç üzerinden başkente girdiği gardayız yani. Garın bir tarihi var. Şöyleki: Lenin, sürgünden on dört yıl sonra 9 Nisan 1917'de Rusya'ya geri dönüyor. Tren, Petrograd(o zamanki adıyla) İstasyonu'na girdiğinde,öndeki büyük alan, binlerce işçi ve  deniz, hava ve kara birliklerinden oluşan şeref kıtalarıyla hıncahınç dolmuş bulunuyor. Enternasyonal marşı ortalığı çınlatıyor. Lenin, trenden iner inmez yüzlerce el tarafından alınıp, zırhlı bir otomobile bindiriliyor ve Lenin bindirildiği zırhlı otomobilden halka ilk nutkunu veriyor. Çok geçmeden de "dünyayı sarsan on gün" başlıyor. İşte tam  burada,  tarihi duyumsamak isterdim ama öylesine kalabalıktı ki her yer , adeta Çinlilerin istilasına uğramıştı. Bir an önce dışarı attım kendimi. Moskova ve St. Petersburg'da sokaklarda hiç kedi ve köpek görmediğimi söylediğimde şu esprili cevabı almıştım daha sonra: "Çinliler geldiğinden onları saklıyoruz." :)

Şans bu ya, Avrupa son 40 yılın en sıcak günlerini yaşıyordu. Dışarısı çok sıcaktı ve Moskova'da olmayan nem olanca  ağırlığıyla  kendini hissettiriyordu. Otobüsle şehir turuna başladık. Neva Nehri genişliği, masmavi rengi, üstündeki birbirine benzemeyen dantel gibi örülmüş köprüleri ve çevresinde yer alan göz kamaştırıcı yapılarıyla insanı büyülüyordu adeta. 

Neva Nehri, St. Petersburg yakınlarında bulunan Ladoga Gölü'nden doğup 74 kilometre yol aldıktan sonra Fin Körfezi'nde Baltık Denizi'ne dökülüyor. Nehrin 30 kilometresi şehrin içinden geçiyor ve genişliği 400-1200 metre, derinliği 14-24 metre arasında değişiyor. Nehir üzerinde 500'e yakın köprü bulunmakta. Bu köprülerden 22 tanesi gemilerin geçişi için 01.30- 06.00 saatleri arasında açılıyor. Ünlü iki köprü ise, heykellerle süslü olan Anichkov Köprüsü ve St. Petersburg'un kuruluşunun 200. yılında, Eyfel Kulesi'ni yapan mimar tarafından yapılan ve Fransızların armağanı olan Fransız Köprüsü'ymüş(yatay Eyfel Kulesi'ne benzetiliyor ama ben benzetemedim). 

Kışın -30, -40 dereceye düşen hava sıcaklığı nedeniyle Neva Nehri buz tutuyormuş ve karşıdan karşıya arabayla geçilebiliyormuş. Nehrin bir başka özelliği de Ruslar, küçük çocuklarını, bebeklerini buraya getirip soğuğa karşı dirençli olmalarını sağlamak için buzlu suya sokuyorlarmış. Eskiden çarların, çariçelerin ve çocuklarının birçoğunun zatürreden öldüğü düşünülürse soğuğa karşı bağışıklık geliştirmeleri bakımından iyi bir yöntem bence. Nehirde tekneyle yaptığımız bir saatlik yolculuk bu masal gibi şehrin tüm ihtişamını gözler önüne seriyordu. Acaba ben hangi masalın hangi kahramanıydım? Cevabı bana kalsın, masalın büyüsü bozulmasın. 

Bizim "Deli" diye adlandırdığımız, dünyanın ise "Büyük" olarak tanıdığı Petro, çarlık koltuğuna oturup taç giydiğinde Rusya için kurduğu hayallerini de gerçekleştirmeye başlamış. Petro tahta çıktığında Karasal bir devlet olan Rusya'nın gelişip büyüyebilmesi için açık denizlere bir çıkış bulması gerektiğine inanmış. Bugünkü St. Petersburg şehrinin olduğu yerler 18. yüzyılda İsveç'e aitmiş ve her bir tarafı balçık bataklıkmış. Petro, ilk iş İsveç'e savaş açmış ve toprakları geri almış. Ruslar bu verimsiz, bataklık arazinin hiçbir şeye yaramayacağını düşünmüşler ama Petro kararlıymış; buraya bir şehir kurulacakmış. Ama nasıl? Önce bataklığın kurutulması gerekiyormuş. Bunun için Petro, tüm Rusya'da geçerli olmak üzere "her kim bu şehre gelirse, cebinde bir taş getirecektir" diye yasa çıkarmış ve eklemiş; "İlerde Ruslar, benim büyük büyük dedem de buraya bir taş koymuştu diyecek ve gururlanacak."

Halkı bile buna inanmazken, Petro inanıyor ve getirilen taşlar bataklık araziye dolduruluyor. Şehrin yapımında yoğun taş tüketimi nedeniyle Rusya'nın geri kalanında kaya kullanımı yasaklanıyor. Bataklık kurutulduktan sonra, 1703 yılında şehir inşa edilmeye başlanıyor. Başta İtalyan mimarlar olmak üzere Avrupa'dan ünlü mimarlar getiriliyor. Çünkü Petro, çok genç yaşında gizlice Hollanda'ya gitmiş, oradaki tersanelerde işçi olarak çalışmış ve Amsterdam'ı şehir olarak çok beğenmiş. Yeni kuracağı şehrin, Amsterdam'a benzemesini istemiş. Kurutulan bataklıkların üzerine kanallar ve köprüler inşa edilmiş. Bu nedenledir ki, St. Petersburg'un bir adı da "Kuzey'in Amsterdam'ıdır. Rusların kısaca "Piter" diye adlandırdıkları bu şehrin birçok unvanı vardır: "Kuzey'in Başkenti", "Kuzey'in Venedik'i", "Avrupa'ya Açılan Pencere".
Şehir yapımında çalışan savaş esirleri, işçiler, köylüler ve  eziyet çekenler nedeniyle o kadar çok ölüm olmuş ki, St. Petersburg'un bir diğer adı da "Kemikler Üzerindeki Şehir"miş. Ve böylece, Çarlık Rusya'sına 200 yıl başkentlik yapacak olan, aynı zamanda Rusya'nın ikinci büyük, Avrupa'nın dördüncü büyük şehri kurulmuş, hem de 42 irili ufaklı adalar üstüne. 

Bugün bile dünyanın en çok köprü barındıran kenti olan St. Petersburg'un adı, 1917 Ekim devrimini burada başlatan devrimin lideri Lenin'in ölümünden sonra, ona ithafen "Leningrad" olarak değiştirilmiş. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Çarlık Rusya'sı yeniden gündeme gelince tartışmalı bir referandumla tarihi adını yeniden almış: St. Petersburg.

Fin Körfezi ile açık denizlere açılan şehrin kurucusu Petro,bilindiği gibi "Rus Jeopolitikası ve sıcak denizlere inme" vizyonunun da sahibi. Çarlığı döneminde denizciliği geliştiriyor ve ülkesini zorla da olsa modernleştiriyor. Önceliği Karadeniz ama 1711'de Prut Savaşı'nda Osmanlı'ya yenilince Baltık Denizi'ne yönelmiş. Prut Savaşı'nda, Petro'nun eşi Katerina ile Baltacı Mehmet Paşa arasındaki hikayeye Ruslar hayal ürünü diyor ve gerçeği yansıtmadığına inanıyorlarmış.

Petro, gerek fiziksel (boyu 204cm, ayakkabı numarası 38'miş. Bu yüzden hep büyük ayakkabı giyermiş) gerek ruhsal olarak farklı bir kişilikmiş. Yaptığı devrimler ve bunların yerleşmesi için acımasızlığıyla ünlenmiş. Rusya, ilk defa Petro döneminde imparatorluk olmuş. İşte St. Petersburg'da bu yeni imparatorluğun başkenti olarak unvanı Moskova'dan almış. 

Deli Petro, eğitime çok önem veriyor ve devlet kademelerinde öğretimin kurumsallaşmasını sağlamak için Avrupalı bilim adamlarını Rusya'ya davet ediyor. Rusların, kılık kıyafetiyle Avrupalılar gibi olmasını istiyor. Sakal bırakmayı yasaklıyor, bırakanlardan "sakal vergisi" alıyor. Bence en önemli reformu, devlet yönetimini daha seküler hale getirmesi, ki bunun için din adamlarına asla taviz vermediği bugün bile konuşuluyor. İçimden "Her ülkeye bir Deli Petro gerek" diye geçmiyor değil. 

Petro'yu tanımadan, onun ülkesi için çılgın hayallerini bilmeden St. Petersburg'u gezmek, yalnızca müze binalarına, katedrallere bakmak ve Neva Nehri'nde tekne turu yapmak olur, ki bu da "Piter"'in tarihine saygısızlık olur. Bu nedenle Rusya turu sonunda söylediğim; "Rusya demek Deli Petro demekmiş" sözümü hatırlayıp kısaca bilgi vermek istedim.

I. Dünya Savaşı'nda, Almanlara duyulan tepkiyle şehrin sonundaki "burg" eki atılmış, şehri Ruslaştırmak için "grad" eklenmiş ve şehrin adı; Petrograd olmuş. II. Dünya Savaşı süresince 25 Milyon kişinin öldüğü Sovyetler Birliği'nde bugün bile demografik yapı düzelmemiş; kadın nüfus, erkek  nüfustan fazlaymış. Petro'nun kurduğu şehir, savaşta Hitler'e karşı verdiği mücadeleyle de ünlüdür: O zamanki adı Leningrad olan ve 900 gün Alman kuşatması altında kalan şehir halkı büyük kahramanlık göstererek Lenin'in Şehri'ni düşmana teslim etmemiştir çünkü. Tarihe "Leningrad Kuşatması" olarak geçen kuşatmayı şehir halkı, 10 Ağustos 1942'de bir destan yazarak etkisiz hale getirmiştir:Dimitri Şostakoviç'in bu kent için özel olarak bestelediği 7 numaralı senfonisi (Leningrad Senfonisi), kuşatma altındaki şehrin meydanında seslendirilmiştir. Direnişin ve umudun simgesi bu senfoninin hikayesini daha önce yazmıştım. Aşağıdaki linke tıklayarak okuyabilirsiniz. Önemli, çünkü "İnsanlık despotluğu, müzikle yenmişti."

http://sahriye.blogspot.com/2017/07/direnisin-ve-umudun-simgesi-bir-senfoni.html


II. Dünya Savaşı'nda hava bombardımanında şehir neredeyse yerle bir olmuş. Şehir halkı gönüllü olarak saray ve müzelerdeki değerli eşyaları toprak altına gömerek, bazılarını da Ural Dağları'na götürerek kurtarmaya çalışmışlar. Saray ve müzelerin üstü, havadan gözükmesin diye toprakla örtülmüş. Savaş sonrasında şehirde bulunan yapılar uzun süren bir restorasyon döneminden geçmişler. Rus halkının tarihi geçmişine sahip çıkması, hem de gönüllü olarak beni çok etkiledi, ki bugün hala müze ve saraylarda çalışan kadınlar gönüllü olarak görevlerine devam ediyorlar. Müze ve saraylara galoş giymeden giremiyorsunuz. Bazı bölümlerde fotoğraf çekimi yasak. Sırt çantası ve su içeri alınmıyor. Bir tek Rusların bu su yasağını anlayamadım. İki üç saat sıcakta, kalabalıkta müze geziyorsunuz, haliyle susuyorsunuz ama yanınızda su bulunmadığı için su içemiyorsunuz. Sırf susuzluk ve yorgunluktan bir arkadaşımız fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı.

Dostoyevski'nin bir romanına adını veren "Beyaz Geceleri" şehirde tam anlamıyla yaşayamadım, çünkü beyaz geceler Temmuz-Ağustos aylarında gerçekleşiyormuş. Biz, beyaz geceleri sonuna doğru yakalayabildik: Saat 22.30'u gösterirken hava hala aydınlıktı(Moskova ve St. Petersburg'la saatlerimiz aynı hatırlatayım). Otelin yeri merkezde ve Neva Nehri'nin hemen kıyısında olduğundan beyaz gecelerin keyfini yine de çıkardım, Dostoyevski'yi anarak hem de.

St. Petersburg'un tarihi hakkında bu kadar bilgi yeterli sanırım.Öyleyse şimdi  de şehrin tarihi ve turistik yerlerini gezelim.
Minik bir not eklemeliyim: Rusya'da çar ve çariçeler tarafından yaptırılan eserler, ne kadar kaba, estetikten yoksun ve çirkin olursa olsun, bir sonraki çar o eserlere asla dokunmuyor, kaldırmıyormuş. Tarihi birikime saygıya bakar mısınız?

Hermitaj Müzesi

Hermitaj Rusça'da sakin yer, inziva anlamına geliyor. Kurulurken amacı "inziva" olsa da, günümüzde tam tersi "iğne atsan yere düşmez" bir kalabalığı yaşıyor. Dünyanın dört bir yanından turistler, sanatseverler, sanatçılar akın akın bu müzenin içindeki değerli ve nadide eserleri görmeye geliyorlar. 

Dünyanın en büyük ve en eski müzelerinden biri olan Hermitaj Müzesi, 1754 yılında Büyük Katerina tarafından kurulmuş. Dünyadaki en büyük resim koleksiyonunu da içeriyormuş ve üç milyondan fazla ögeyi barındırıyormuş. Büyük Katerina, Berlinli bir tüccardan resim satın alarak bir sanat koleksiyonu oluşturmaya başlamış.Daha sonra Prusya Kralı III. Frederick'in  koleksiyonunu toplamış. Yetinmemiş Çariçeliği döneminde Rusya'ya borcu olan devletlerin, borçlarına karşılık olarak para yerine ünlü ressamların tablolarını ve heykellerini istemiş. Hollanda'dan, Fransa'dan, İtalya ve İspanya'dan tablo ve heykelleri toplamış, bugün müze olarak kullanılan o zamanın Kışlık Saray'ında sergilemeye başlamış. Günümüzde, bu devletler, borçlarına karşılık verdikleri resim ve heykelleri  geri istiyorlarmış ama Rusya vermiyormuş. Bugün, çariçenin sanat aşkı ve koleksiyon merakı Rusya'ya iyi gelir sağlıyor kanımca.
1500 odalı sarayda bulunan tüm eserleri görmek için (her bir esere bir dakika ayrıldığı varsayımıyla) 11 yıl gerekiyormuş. 










Müzede en çok rağbet gören eserlerden biri Rembrant'ın "Savurgan Oğul'un Dönüşü" tablosu, ki önünde çok büyük kalabalık vardı. Diğerleri ise, Leonardo Da Vinci'nin "Meryem ve Çocuk İsa" ve "Benois Madonna"sı tablosu, Antonio Canova'nın "Üç Güzeller"i, Giorgione'in "Judith"i,Edgar Degas'ın "Place de la Concorde" tablosu, Michelangelo'nun "Düşünen Adam Heykeli", Lorenzetto'nun "Boy on a Dolphin" heykeli aklımda kalanlar. Benim ilgimi çekense Rubens'in "Latin Yardımseverliği" tablosuydu, çünkü öyküsünü biliyordum. Tablonun öyküsü kısaca şöyle: Ölüm cezası alan ve açlığa mahkum edilen Cimon'un hayatta kalabilmesi için  yeni doğum yapmış kızı Pero, hapishanede yatan babasını gizlice emzirir.  Haftalar geçip de Cimon açlıktan ölmeyince, nedenini takip için bir gardiyan görevlendirilir. Gardiyan gördüklerini krala anlatınca, bu fedakarlık karşısında derinden etkilenen kral, Cimon'u  affeder ve serbest bırakır. Etkileyici değil mi?



Latin Yardımseverliği - Rubens


 Savurgan Oğul - Rembrant


Meryem ve Çocuk İsa - L. Da Vinci


Benois Madonna - L. Da Vinci


 Judith - Giorgione 


Düşünen Adam - Michelangelo


Çariçe I. Katerina - Carel de Moor(1717)


Hermitaj aynı zamanda çar ve ailesinin kışlık sarayı yani evi. Böyle düşündüğümüzde günlük yaşamı sürdürebilmek için aydınlatma, ısıtma,temizlik, yemek v.b gibi ihtiyaçların karşılanması gerek. Genel olarak bu ihtiyaçları şöyle karşılamışlar:  St. Petersburg'da yılın neredeyse on bir ayı hava kapalı olduğundan bu büyük sarayların gece aydınlatılması ve güneş ışığından azami derecede yararlanılması çok önemli. Bunun için tavanlara pencereler yapılmış, geceleyin aydınlanmanın gücünü artırmak için devasa aynalar kullanılmış. Özellikle aynaların işlemeli çerçeveleri çok güzeldi. Aydınlanmayı sağlayan avizelerde beş bin adet mum yakılıyormuş. Tüm mumları yakmak çok uzun süreceğinden ve hava erken karardığından güzel bir yöntem bulmuşlar; avizelerdeki tüm mumlar iplerle birbirine bağlanıyormuş, sonra en baştaki mum tutuşturuluyormuş. Gerisini tahmin edebilirsiniz; domino etkisi ve kısa sürede dev avizenin ışıl ışıl yanması. Yılın büyük bölümü soğuk ve karlar altında geçen şehirde kışın sarayın ısıtılması da önemli tabii. Bunun için tabandan tavana dek uzanan Hollanda sobaları ve alttan ısıtma sistemi kullanılmış. O zamanlar Rusya'da ölümler genellikle zatürreden olduğundan, çar ve çariçeler yılda bir kez yıkanırlarmış, diğer zamanlarda silinerek temizlenirlermiş. Doğal olarak mücadele edilmesi gereken,  saçlarda ve elbiselerde gezen bitlermiş. Çariçenin giysilerinde, saçlarında fil dişinden yapılmış bit yakalayıcı kıskaçlar bulunurmuş.

Aziz İsaac Katedrali ve Meydanı

Çar I. Nikolay'ın emriyle 1818-1858 yılları arasında inşa edilmiş ihtişamlı bir katedral. Büyük kubbesinin yapımında 100 kilogram saf altın kullanılmış. Bu devasa kubbe II. Dünya Savaşı'nda düşman uçaklarının dikkatini çekmemesi için griye boyanmış.




Katedralin önündeki meydanda tarihi Astoria Otel'i bulunmakta. Bu otelin hikayesi ise şöyle: 900 gün Alman kuşatması altında kalan Leningrad(St. Petersburg) direnmiş ve pes etmemiş. Hitler, Leningrad'ın kazanılacağından emin olarak zaferini Astoria Otel'de kutlamayı planlamış.Hatta kuşatma son bulmadan davetiyeleri bile bastırmış. Ancak hiçbir şey Hitler'in planladığı gibi gitmemiş. Davetiyeler daha sonra Rus askerleri Berlin'e girdiğinde bulunmuş.



Kazan Katedrali

St. Petersburg şehrinin önemli silüetlerinden biri olan Kazan Katedrali, 1801-1811 yılları arasında, Roma'daki-Vatikan- San Pietro Bazilikası'ndan esinlenilerek yapılmış. San Pietro Bazilikasını görüp gezdiğim için ben benzetemedim ama sanat tarihçilerine saygım sonsuz. Napolyon'un Rusya'yı işgal edip ta Moskova'ya kadar ilerleyip şehri yakıp yıkmasının ardından Rus ordularının başkomutanı Mareşal Mihail Kutuzov, Napolyon'u yenmiş ve Fransızları Rusya'dan dışarı atmış. Bugün hala ülkede en çok sevilen figürlerden biri Mareşal Kutuzov. Ve öldüğünde naaşı 1813'de bu katedrale defnedilmiş. Mareşal Kutuzov, bir dönem İstanbul'da Rus Büyükelçisi olarak da görev yapmıştır.


Mareşal Mihail Kutuzov Heykeli

Kazan Katedrali'nin asıl önemi, içerisinde yer alan "Kazan İkonu"nun mucizelerinden kaynaklanıyormuş. Katedralde bulunan  ve "Kazanskaya" olarak adlandırılan Our Lady of Kazan ikonu 1579'da Kazan şehrinde bir bahçede bulunmuş ve daha sonraları ikonun kopyaları yapılmış. Orijinal ikon, Prens Pozharsky tarafından Polonyalılara karşı yapılan savaşa taşınmış ve savaş kazanılmış. Bu nedenle ünlenen ikon, Moskova'da tutulmuş. 1821'de, Our Lady of Kazan'ın orijinal simgesi, şehrin kalbinde yani Nevski Caddesinde inşa edilen yeni Kazan Katedrali'ne taşınmış. Bu zaman süresince ikonun ünü daha da artmış ve ülke çapında ikonun dokuz ayrı kopyası yapılmış. Katedrale girdiğimde Kazan İkonu'nun önünde aşırı bir kuyruk vardı; saygılarını ve dileklerini iletmek isteyen insanların sıra kuyruğu.







Dökülen Kan Kilisesi

Kırım  Savaşı'nın kaybedilmesi, Rusya'da önemli gelişmelerin de başlangıcı olmuş ve reformları tetiklemiş. Çar II. Aleksandr'ın 1861 yılında ülke genelinde serfliği kaldırmasıyla beraber Rus köylüsü(mujik) özgürlüğüne kavuşmaya başlamış. Buna rağmen çara karşı bir muhalefet oluşmaya başlamış. Bunun üzerine Halkçılık(Narodniki) akımı da güçlenmeye başlamış. Bu ve buna benzer örgütlerin amacı çarı devirmekmiş. Çar II. Aleksandr bir suikast sonucu 1881 yılında öldürülmüş. Öldürüldüğü bu yerde, adına  ince işlemeli Dökülen Kan Kilisesi inşa edilmiş. Kilisenin bir diğer adı da Kanlı Kilise'ymiş. Sanırım isminden dolayı, kilisenin içini gezmek istemedim.

Kilisenin dış cephesinde 7000 metrekare mozaik kullanılmış, pencereler ise Estonya mermeri ile süslenmiş. Kilisenin kulesi 81 metre yüksekliğinde. Kilise tam bir Rus mimarisi özellikleri taşıyor ve ben bu kiliseyi mimari açıdan  Moskova'daki St. Vasiliy Katedrali'ne benzettim.








Smolni Manastırı

St. Petersburg'da hemen her yerden görülen ve ilginç mavi rengiyle onu diğer tarihi yapılardan ayıran Smolni Manastırı birkaç binadan oluşan bir komplekstir. Ve kompleksin ortasında, Yeniden Diriliş Katedrali yer almaktadır. Neva Nehri kıyısında bulunan mavi-beyaz Smolni Manastırı, Büyük Petro'nun kızı Elizaveta için inşa edilmiş. Tahtta hak iddia eden Elizaveta'nın tahta çıkışı reddedildikten sonra rahibe olmaya itilmiş. Siyasi durumlar değişince ve Elizaveta için taht yolu yeniden açılmasına rağmen Rus Ortodoks Manastırı'nın inşası çar ailesi tarafından finanse edilip devam ettirilmiş. Smolni, Rusçada rıhtımlarda gemilerin gövdesini kapatmak için kullanılan katrana verilen isimmiş. İsmiyle bu kadar tezat oluşturan bir yapı daha görmedim. Smolni Manastırı'nın renklerini ve mimari tarzını çok beğendim.








Nevski Caddesi, No:18- Puşkin Kafe

Moskova ve St. Petersburg'da edindiğim izlenim Rusların yazar ve şair Puşkin'e olan düşkünlükleri ve onu çok sevmeleriydi, ki ben de çok severim. Genç yaşta düelloda ölmeseydi, ölümsüz eserlerini vermeye devam ederdi kuşkusuz. 18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan çağdaş Rus edebiyatının halen daha en önemli temsilcisi sayılan Puşkin'in adı ülkenin resmi kültür enstitüsüne de verilmiş. Rus diline yüzlerce kelime kazandırması nedeniyle bugün konuşulan Rusçanın da atası kabul ediliyor ve büyük saygı görüyor. Adına Rusya'nın her yerinde anıtlar ve heykeller bulunuyormuş. 

Puşkin'in en önemli eserlerinin başında operaya uyarlanan "Yevgeni Onegin" ve "Yüzbaşının Kızı" romanı geliyor. Yevgeni Onegin sevdiğim operalardan biridir ve 2016 yılında izledikten sonra blogumda yazmıştım. Okumak için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz:

http://sahriye.blogspot.com/2016/11/yevgeni-onegin-baleopera-ankara.html

Rusya'yı tanımak, Ekim Devrimi'nin iç dinamiklerinin neler olduğunu öğrenmek istiyorsanız, "Yüzbaşının Kızı" romanını okumanızı da tavsiye ederim. 








Nevski Caddesi No:18'de bulunan kafenin önemi şuradan geliyor. Puşkin'in genç ve güzel karısının bir subayla ilişkisi olduğunu anlatan bir mektup kendisine gönderiliyor. Bunun üzerine Puşkin iyi silah kullanamamasına rağmen subayı düelloya davet ediyor. İşte düelloya gitmeden önce son kahvesini bu kafede içiyor ve düelloya gidiyor. Düelloda ağır yaralanan Puşkin, üç gün sonra ölüyor ve St. Petersburg'da gömülüyor (29 Ocak 1837, henüz 38 yaşındadır). Bu kafede Puşkin'in masa başında oturur durumda olan balmumu heykelinin karşısında, bugünden tarihe geri giderek içtiğim  kahvenin kırk yıl değil, sonsuza kadar hatırı olacaktır benim için...

Rus edebiyatına ve tarihe olan ilgim nedeniyle Rusya'ya ilişkin birçok blog yazısı yazmıştım. İstedim ki,  blog yazımı okurken kitap okur gibi keyif alabilesiniz. Bunun için önce yazdığım blog linklerini de veriyorum. İşte her yerde bulamayacağınız, çok ilginç bilgiler içeren bir yazımın linki daha. Linki tıklayarak okuyabilirsiniz:

http://sahriye.blogspot.com/2014/01/unlu-bilmediklerimiz-genel-kulturumuzun.html


Mariinski Tiyatrosu

Mariinski Tiyatrosu'nda yerleşik bale topluluğu, dünyanın en önemli bale topluluklarından biridir. 18. Yüzyılda Rus İmparatorluk Balesi olarak kurulmuştur. Moskova'daki Bolşoy Balesi ile tatlı bir rekabet halindedirler.

Dostoyevski Müzesi

Zaman darlığı nedeniyle müzeyi gezemedim ama bir Dostoyevski hayranıysanız gezmenizi öneririm. Ben Neva Nehri'nde tekne turu yaparken, Dostoyevski'nin bir süre mahkum olarak yattığı, döneminin en kötü hapishanesi olarak ünlenen hapishanenin önünden geçtim ve fotoğrafını çektim. Bu hapishaneye giren canlı çıkamıyormuş; aşırı nem, küf, pis koku, fareler nedeniyle. Hapishaneye bakarken aklımda Sabahattin Ali ve onun Sinop Cezaevi'nde yatarken yazdığı "Aldırma Gönül" şiiri vardı: Sabahattin Ali, koğuşunda yatarken Karadeniz'in deli dalgalarının seslerini dinlemiş ve dizelere dökmüş, Dostoyevski'de Neva Nehri'nin kışın donan sessizliğini dinlemiş ve çıktıktan sonra yazacağı romanını kurgulamıştır diye düşünerek...Dostoyevski  çar tarafından affedilip, son anda kurşuna dizilmekten kurtulduktan ve özgürlüğüne kavuştuktan sonra dünya edebiyatının şaheserlerinden biri kabul edilen "Suç ve Ceza"yı yazmıştır.




Çaykovski, Şostakoviç ve Rimski Korsakov,hayatlarının büyük bölümünü bu şehirde geçirmiş en güzel eserlerini yine burada vermişlerdir.

Puşkin, lise eğitimini burada almış, buradan sürgüne gönderilmiş, burada düelloda ölmüş ve burada gömülmüş. Dostoyevski "Suç ve Ceza"yı, Beyaz Geceleri bu şehirde yazmış. 200 yıl çarlara ev sahipliği, Rusya İmparatorluğuna başkentlik yapmış.

1917'de Lenin Ekim devrimini burada başlatmış, Rusya yeni bir çağa adım atmış.

II. Dünya Savaşı'nda Leningrad Kuşatması'nda Hitler'in ordusuna karşı gösterdiği dirençle tarihe adını altın harflerle yazdırmış. Adına senfoni yazılmış, umudun ve direnişin sembolü olmuş.

25 Aralık 1991'de Sovyetler Birliği dağılınca, eski kimliğine kavuşmuş.Dostoyevski'nin"dünyanın en muhteşem şehri" dediği St.Petersburg, UNESCO'nun Dünya Kültürel Mirası listesinde yer almış. Beş milyon nüfuslu bu şehir, görülmeye değer.

St. Petersburg'u gezdikten sonra kültür ve sanata doydum desem yeridir. Bu küçük adalar üstüne kurulu şehir ihtişamıyla, kültürüyle sonsuza dek yaşamalı. Ama ne yazık ki, Venedik, Amsterdam'ı bekleyen son gibi önlem alınmazsa St. Petersburg da sular altında kalacakmış.

Rusya'da grubumuza rehberlik yapan, sorularıma bıkıp usanmadan cevaplar veren, kitaplarda bulamayacağım bilgileri edinmemi sağlayan ve tur sonunda kendimi Rusya hakkında küçük bir kitap yazabilecek donanıma sahip olduğumu hissettiren güzel insan Nura Mamedov'a çok teşekkürler...



Not: Tüm fotoğraflar bana aittir, izinsiz kullanılamaz.



24 Ağustos 2018 Cuma




YAKIN AMA UZAK KOMŞUMUZ: RUSYA
SELAM MOSKOVA!


Rusya gezime ilişkin izlenimlerimi iki blog yazısıyla(Moskova ve St. Petersburg) sizlere aktaracağım. Rusya bu, yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük ülkesi, tarihi çok eskilere dayanıyor ve 1917 devrimiyle dünyayı etkiliyor, tek yazıyla anlatılamaz ki. 

Rusya'ya gitmek için vize almak gerekiyor. Vize almak yeterli mi? Hayır. Bize Rusça yazılmış beyaz bir kağıt verdiler ve bu kağıdın çok önemli olduğunu söylediler. Eğer bu kağıdı kaybedersek vizemiz dahi olsa Rusya'ya giremeyeceğimiz özellikle vurgulandı. Bu kağıt neden önemliydi acaba? Bunu da Rusya'ya girdiğimde öğrenecektim. Şöyleki; Rusya federal bir devlet olduğundan, federe birimler arasındaki seyahatlerde üç günden fazla kalanların gittikleri yerde yerel bir yetkili birime başvurup kayıt olmaları zorunlu. Buna Rusça'da "registratsiya" yani kayıt işlemi deniyor. Bu kural yerli-yabancı herkes için geçerli. Bize verilen beyaz kağıtta, kayıt işlemlerimiz önceden yapılmıştı yani(nerede, kaç gün kalacağımız belli olduğundan).

THY'nın İstanbul-Moskova seferiyle iki buçuk saatlik bir uçuşla Moskova'da bulunan dört havalimanından biri olan Vnukovo Havalimanına indik. Uçak iniş için alçaldıkça aşağıda gördüğüm yoğun orman dokusu ve yeşillik nedeniyle acaba başka bir kente mi iniyoruz diye endişelendim bir an. Daha yere inmeden anladım ki ben bu şehri seveceğim. Düz bir ovada ucu bucağı gözükmeyen yeşil bir örtü ve masmavi bir gökyüzü; yeşil ve mavinin dayanılmaz birlikteliği. Tam bir görsel şölen. Şaşırmıştım; iç ve dış faktörlerin de etkisiyle  zihnimde canlandırdığım Moskova, soğuk, karanlık, yeşili olmayan gri bir kentti. Havalimanından kent merkezine yaptığımız bir saatlik yolculuk süresince gördüğüm yeşil güzellik devam etti.

Moskova, Rusya Federasyonu'nun başkenti. Siyasi konumuyla tarih boyunca önemli bir rol oynayan Moskova, geniş bir ovada Oka Nehri'nin kollarından biri olan Moskova Nehri kıyısında kurulmuş. Şehir adını bu nehirden almış. Moskova Rusya Federasyonu'nun en büyük şehri. Ayrıca sanayi, kültür, eğitim ve bilim merkezi. Moskova Devlet Üniversitesi ise dünyaca ünlü. 

Moskova'nın şehir olarak tarihini, güce nasıl eriştiğini merak etmişimdir hep ve rehberimize sordum o da kısaca anlattı(Rehberimiz, Hermitaj Müzesi Türkoloji mezunu bir Rus'tu ve Hermitaj müzesini  gezerken ne kadar şanslı olduğumu düşünmüştüm; her bir eseri, değerli parçaları öylesine detaylı anlattı ki, sıradan bir Rus'tan daha fazla bilgi sahibi olduğumu söyleyebilirim rahatlıkla).

Moskova'nın büyüme ve güç kazanma öyküsü çok ilginç. Önceleri sıradan bir beylik olan Moskova Knezliği(Beyliği), 14. yüzyıldan itibaren merkezi otoriteyle kuduğu iyi ilişkiler neticesinde, diğer beyliklerin önüne geçmiş. Peki merkezi otorite kimmiş dersiniz? Tatarlar. Tatarlar Rusya topraklarını ele geçirdikten sonra tüm beylikleri haraca bağlıyorlar. Moskova Knezliği de Tatarlar adına, diğer Rus beyliklerinin vergisini toplamaya başlıyor. Zamanla zenginleşen Moskova Beyliği, Timur'un akınlarıyla zayıflayan Altın Ordu Devleti'ne(ki bu devletin kurucusu Cengiz Han'ın torunu Batu Han'dır) isyan ediyor ve 3. İvan döneminde bağımsızlığını kazanıyor.

4. İvan ise Altın Ordu Devleti'nden geriye kalan Kazan, Astrahan gibi Tatar beyliklerini de ortadan kaldırarak hem beyliğini genişletmiş hem de siyasi gücünü artırmış. Bu nedenle kendisine İvan(Grozniy) "korkunç" lakabı takılıyor. Daha sonra iktidar Romanov Hanedanlığına geçİyor.

Yaptığım araştırmada, bazı tarihçilere göre, bugünkü çağdaş Rusya'nın temelinde tarihi süreklilik gereği Moğol İmparatorluğu, Altın Ordu Devleti ve Tatar Hanlıkları yatıyor. İç içe geçen kültürler ve bu kültürlerin şekillendirdiği kimlikler nedeniyle Rus denilen milletin Slav, Türk ve Fin-Ugur kabilelerinin karışımı olduğu söyleniyor. İşte ünlü  "Rus'u kazı, altından Tatar çıkar" sözü de buradan kaynaklanıyor.

Rusya'nın beylikten devlete, devletten imparatorluğa geçişinde sırasıyla 3. İvan, 4. İvan ve Deli(Büyük) Petro'nun ayrı bir yeri bulunuyor. Öyleki, gezi sonunda rehbere şunu söyledim; "Rusya demek Deli Petro demekmiş." Gerçekten de Petro inanılmaz hayal gücü ve geniş öngörüsüyle Rusya'yı "Rusya" yapan bir çar.

Moskova, iki yüz yıllığına başkenti St. Petersburg'a kaptırsa da, güvenlik kaygılarıyla Sovyet iktidarında yeniden eski güç ve önemine kavuşuyor. Tarih boyunca Moskova'nın güce tapınma ilgisi Rusya'ya kazandırdığı bir kimlik haline dönüşmüş: Güçlü ve zengin olan itibar ve saygı görüyor her dönem. Altta kalanın canı çıksın dersem abartmış olmam. Moskova'nın ünlü geniş bulvar ve caddelerinde gördüğüm süper lüks araçları, hiçbir Avrupa başkentinde görmedim. İlginç değil mi? Ülkede sözü geçen oligarklar sanki ve siz onları görmeseniz de varlıklarını hissediyorsunuz.

Kent merkezine vardığımızda dikkatimi çeken ilk şey, çok geniş caddeler ve bu caddelerin temizliği oldu. Yerde tek bir sigara izmariti bile yok. Sonra dilenciler görürüm düşüncesiyle çevreye bakınmaya başladım, hani Rusya ekonomisi çok kötü diye lanse ediliyor ya. Moskova'da kaldığım süre boyunca ara sokaklar dahil bir tek dilenci görmedim, Suriyeli de görmedim. Putin, Suriyelileri ülkeye sokmuyormuş nedeni de "Suriye'yi kim karıştırıp bu hale getirdiyse, onlar alsınlar ülkelerine" diyormuş!

Rus kültürünü yansıtan en önemli şehirlerden biri olan Moskova, aynı zamanda döneminin Çarlık ve Sovyetler Birliği'nin izlerini taşıması açısından da önem taşıyor. Şehrin oldukça düzenli bir yapısı olduğundan kolay geziliyor. Rehberimizin söylediğine göre kağıt üstünde nüfusu 15 Milyon olan Moskova'nın gerçek nüfusu 20 Milyonmuş. Buna inanmak çok zor, çünkü geniş cadde ve bulvarlar gün içinde çok tenhaydı, öyleyse bu nüfus neredeydi? Tabii ki çalışıyorlardı. İstanbul gibi vıcık vıcık değildi sokaklar, insan kalabalığı yoktu; sakin ve sessizdi. Hava günlük güneşlik, nem yok, yeşil çok...Daha ne olsun? St. Petersburglu olan rehberimiz, daha sonra kendi şehrini gezdiğimizde bana sürekli olarak sordu: "Moskova mı daha güzel, St. Petersburg mu ve hangi şehri sevdin?" Cevabım hiç değişmedi: "Moskova". Ruslar, Moskova'ya "anne", St. Petersburg'a "baba" diyorlarmış. Anne; evlatlarını koruyup kollayan, gerekirse evlatları için canını feda eden, baba ise evlatlarına bilgi, kültür veren, onları eğiten ve hayata hazırlayan sıfatlarına haiz olduğundan. Ben "anne"yi çok sevdim...

II. Dünya Savaşı'nda Ruslar 25 Milyon kayıp vermişler ve bugün hala demografik açıdan kadın nüfus, erkek nüfustan fazla(dört kadına bir erkek düşüyor). Yani, savaşın sona ermesinden bu yana 73 yıl geçmiş ama fark hala kapanmamış. Bu nedenledir ki Rus kadınları, hayatın her alanında(tarım, bilim, sanayi,eğitim, fabrika, ev, atölye) çalışmak zorunda kalmışlar. Kendi işlerini kendileri görmüşler. Bugünün çağdaş Rusyasında durum tam tersine dönmüş: Kadınlar temel önceliği, kendisinin ve ailesinin tüm sorumluluğunu üstlenebilecek zengin bir koca veya sevgiliye bırakmışlar. Erkek zengin ve güçlü değilse evlenmiyor ya da sevgili olmuyorlarmış. Bu, Rus toplumunun geleneksel ahlak anlayışına ve Sovyetlerdeki kadının kendi ayakları üstünde durması gerektiği ilkelerine aykırı olsa da gerçek bu. Toplumsal hayattan tarihi ve turistik yerlere geçelim, ne dersiniz?

Moskova'da Gezilecek Yerler

St. Vasiliy Katedrali:
Kubbeleri Rusya'daki çeşitli halkları temsil eden Aziz Vasiliy Katedrali ve diğer kiliselerin kubbeleri soğan şeklinde. Bu mimariyi bizden, biz de aslında Bizans'tan almışız. İşlemeli rengarenk bu kilise ihtişamıyla Kızıl Meydan'da göz kamaştırıyor. Renklerini ve ince işlemelerini izlemeye doyamadım.






Kızıl Meydan
Bilinenin aksine "Kızıl Meydan"ın adı, çok kan dökülmesinden dolayı kanın renginden değil, meydanın dört bir yanında bulunan saray ve kiliselerin güzelliğinden geliyor. Komünizm zamanında Sovyet askerleri tarafından bu meydanda dünyaya güçlerini göstermek için tören ve resmi geçitler yapılsa da meydanın adı komünist dönemden çok öncelere dayanıyor. Kızıl Meydan adını eski Rusçadaki "güzel" kelimesinden almış ama çağdaş Rusçada "kırmızı" anlamına gelen "krasniy/aya" kelimesi dünyaca ünlü Kızıl Meydan'a adını vermiş.Yani eski Rusçadaki Güzel Meydan, yeni Rusçada Kızıl Meydan'a dönüşmüş.

Kızıl Meydan oldukça geniş ve dört bir yanı saray ve kiliselerle çevrili. Hepsi de göz kamaştırıyor. St. Vasiliy Katedrali'nin tam karşısında Devlet Tarih Müzesi, çaprazında GUM alışveriş merkezi ve bunun karşısında ise bütün ihtişamıyla Kremlin(Kale) bulunuyor. Rusya Federasyonu, devlet başkanının resmen ikamet ettiği Kremlin'den yönetiliyor. Meydanın en görünür yerinde de Lenin'in Mozolesi yer alıyor. Mozolenin içinde bulunan Lenin'in mumyası, yetkililerce bilinmeyen bir yere götürülüyor, sonra da geri getiriliyormuş. Biz şanslıydık ve mozoleye girip Lenin'i görebildik. Fotoğraf çekmek kesinlikle yasaktı. Ben Lenin'in yüzüne öylesine dalmışım ki, ilerlemem konusunda uyarıldım. Lenin sanki uyuyordu ve az sonra uyanıp ayağa kalkacaktı; öylesine etkileyiciydi.












Beyaz Meydan(Katedral Meydanı)
Kızıl Meydan'da bulunan Kremlin dört saray, dört katedralin bulunduğu bölüm. Bu meydanda bulunan üç kilise İtalyan mimarlar tarafından inşa edilmiş. Bir tanesi ise Rus mimarlar tarafından. Rusların inşa ettiği katedrale merdivenlerle çıkılıyor. Merdivenlerin nedeni, kiliseye dua etmek için gelenlerin içeriye girmeden önce merdivenleri çıkarken dualarını iyice düşünmeleri için zaman kazandırmakmış. Hani bir söz vardır ya "Dualarına dikkat et, gerçek olabilir" diye o misal.








Nazım Hikmet'in Mezarı
Büyük şair Nazım Hikmet, 1963 yılında öldüğünde Novodevichy Manastırının bahçesinde bulunan mezarlığa  gömülür. Bu mezarlıkta Rusya'ya hizmet etmiş bilim adamları, politikacılar, şair ve yazarlar kısacası dünya çapında isim yapmış ünlüler yatmakta. Nazım Hikmet'in mezarının hemen sol yanında Boris Yeltsin'in renkli mezarı yer alıyor. Nazım Hikmet her ne kadar vasiyet olarak Anadolu'da bir köy mezarlığına gömülmeyi istemişse de bu dileği yerine getirilmemiş. Moskova'daki Novodoviçi mezarlığında Gogol, Çehov ve Mayakovski ile birlikte yatıyor. Nazım Hikmet'in eşi Vera Tulyakova 20 Mart 2001 yılında kansere yenik düşüp öldüğünde vasiyeti üzerine Nazım Hikmet'in hemen yanı başına gömülür. Mezarı ziyaret edenler dikdörtgen bir mermer taşında Vera'nın adının yazılı olduğunu görürler. Bir ara Nazım Hikmet'in mezarının Türkiye'ye getirilmesi gündemdeydi. Ancak eşi Vera'nın  Nazım Hikmet'in yanına gömülmesinden sonra mezarın ülkemize nakledilmesi neredeyse imkansız. Çünkü Vera yaşarken sadece ondan izin alınması gerekiyormuş eşi olduğu için. Ama artık o aile mezarlığında yatıyor sayılıyor .Rus geleneklerine göre mezarın nakli için Vera'nın çocuklarından, kardeşlerinden ve onların ailelerinden izin almak zorunluymuş. Yani, neredeyse Vera'nın yedi sülalesinden izin almak gerekiyor, ki bu çok zor. Nazım'ın mezarını ülkesine getireceğim diyenlerin sözü şov yapmaktan ileri gidemez anlayacağınız.






Yeraltındaki Müze: Moskova Metrosu
Moskova metrosu yalnızca bir ulaşım aracı değil, aynı zamanda müzeleri aratmayan istasyonlarıyla bir kültür mirası. Moskova metrosunun her bir istasyonunda farklı bir mimari sanat akımıyla karşılaşmak mümkün. Biz, ikisi barış temalı olmak üzere ünlü yedi istasyonu gezdik. Ve bu gezimiz iki saati aşkın sürede gerçekleşti. Uzunluğu 300 kilometre olan ve her yıl yeni istasyonlar eklenen metro ile ilgili bir de espri varmış; "Bu gidişle Moskova-St. Petersburg metro ağıyla birleşecek" diye. Dört katlı ve yer yer 110 metreye ulaşan derinliğiyle dünyanın en büyük metro sistemlerinden biri olan Moskova metrosu 15 Mayıs 1935'te açılmış. Bir sanat eseri gibi inşa edilen metro sisteminde çok sayıda sanatçı ve mimarın yanı sıra 75 bin işçi çalışmış. II. Dünya Savaşı'nda hava saldırılarında 500 bin insan için sığınak olmuş. Bugün ise 5 milyon insanı rahatça alabileceği söyleniyor. Savaş sırasında bile metro inşaatı devam etmiş ve yedi istasyon eklenmiş. İstasyonlar arasının çok uzun olduğunu söyleyebilirim. Bir istasyonda bulunan köpek heykelinin burnunu okşayarak dilek tutmak adetmiş. Ben de okşadım ve bir dilek tuttum. :) Bakalım, dileğim gerçekleşecek mi?
Moskova metrosu dakik olmasıyla da ünlü ve çok hızlı. Biniş-iniş süresi 30 saniye ve günde 9 milyon yolcu taşıyormuş.








Moskova Metro haritasında bulunan kahverengi çemberin bir de öyküsü var. Şöyle: Orijinal projede yer almayan çember, Stalin'in emriyle projeye eklenir. Bir toplantıda Stalin içtiği kahve fincanını metro haritasının üstüne koyar. İçmek için fincanı eline aldığında haritanın üstündeki fincanın bıraktığı kahverengi izi görür ve yanındakilere gösterir. Ve ardından metro hatlarının bu şekilde düzenlenmesini ister. Bugün kahverengi çember ile gösterilen bu bölgeden bütün hatların aktarması yapılır. Yanı aktarma istasyonları çember üzerindedir.



Eski Arbat Caddesi
Arbat Caddesi eski ve yeni olmak üzere paralel iki cadde. Eski Arbat Caddesi tarihi ve turistik olması nedeniyle trafiğe kapalı ve bir kilometre uzunluğunda bir cadde. Caddenin girişinde ünlü Prag Lokantası yer alıyor. Caddede ilerledikçe Puşkin'in evi ve evin karşısında karısıyla birlikte heykeli bulunmakta. Puşkin, Ruslar tarafından çok seviliyor ve değer veriliyor. Çünkü Puşkin Rus diline kazandırdığı yüzlerce yeni kelimeyle bugün konuşulan Rusçanın ve Çağdaş Rus Edebiyatının kurucusu sayılıyor. Arbat Caddesinde yaşayanlar arasında Çaykovski, Mayakovski ve Ribakov gibi ünlü isimler de yer almakta. Çehov, ünlü oyunu "Üç Kızkardeş"i ilk kez burada Prag Lokantası'nda sahneye koymuş. 

20. yüzyılın başlarında Arbat Caddesi'nde bulunan elçilik binasında Alman Büyükelçisi'nin devrimciler tarafından öldürülmesiyle Lenin'i iktidara taşıyan isyan burada başlamış. Bu nedenle caddenin Rus tarihinde önemli bir yeri var.

Bugün ise cadde, sokak müzisyenleri, sokak ressamları, palyaçolar, hediyelik eşyaların satıldığı küçük dükkanlar, kafe ve pastahanelerin bulunduğu sanat ruhunu yansıtan şirin bir yer olmuş.Caddenin tarihini bildiğimden, cadde üstündeki Mc Donalds'ı görmek bende bir burukluk yaratmadı değil. 
Hediyelik eşyalardan en çok satılanlar; matruşka bebeklerin yanı sıra eski SSCB döneminden kalma orak-çekiçli şapkalar ve tişörtlermiş. Paranız çoksa ve hayvansever değilseniz satılan kürk şapkaları, eldivenleri, kalpakları satın alabilirsiniz. Ben alış-verişe ayıracağım zamanı gezerek ve bir kafede kahve içerek değerlendirdim.












Stalin'in Yedi Kızkardeşi

Moskova'da gezdiğim, yürüdüğüm sokak ve caddelerde Stalin'in bir heykeline rastlamadım ama nereye baksam Stalin'in yedi kızkardeşini gördüm. II. Dünya Savaşından sonra Stalin'in Moskova'nın silüetini gökdelenlerle süsleme hayali bugün yedi adet olan gökdelenlerin yapımıyla gerçekleşmiş ve bu binalar, Stalin'in Yedi Kızkardeşi olarak adlandırılıyor. Yedi gökdelenle ilgili çeşitli varsayımlar ileri sürülüyor, efsaneler anlatılıyor. Hepsi bir yana, gotik mimariyi sevmeyen ben, gökdelenlerin özgünlüğüne ve ihtişamına hayran oldum. Bu efsanelerden biri şöyle: Moskovalı bir astrolog Stalin'e der ki; "eğer inşaatı söyleyeceğim gün ve saatte başlamak üzere ve yedi yılda tamamlanmış ve aynı gün ve saatte bitirilmiş yedi bina yaptırırsan senin adın dünya durdukça yaşayacak." Ve gerçekten de 7 Eylül 1947, saat 13.00'da başlayan yedi inşaat yedi yıl sonra aynı gün ve satte bitirilmiş. Temellerin atıldığı gün kentteki tüm inşaat çalışmaları durdurulmuş. Hikaye size tuhaf geldi değil mi? Pozitif bilime dayalı Sovyet yönetiminin lideri Stalin bir astrologa nasıl inanır diye. Büyüklerimden dinlediğim kadarıyla Rusya'nın mistik bir ülke olduğunu biliyordum ama Stalin'e hayret ettim doğrusu. Rehberimizin söylediğine göre, Rus toplumu doğaüstü ya da gizemli güçlere hep inanmış, Sovyetler döneminde bile vaz geçmemiş. Fallar, büyüler, hurafeler günlük yaşamın bir parçası ve ona göre hareket ediliyor. Bu ilgi tuhaf gibi gözükebilir ama gerçek.

Stalin'in Yedi Kızkardeşi olarak adlandırılan binalar, Moskova Devlet Üniversitesi (Metro Universitet), Dış İşleri Bakanlığı(Eski Arbat), Ağır Sanayi Bakanlığı, Ukrayna Oteli, Leningradskaya Oteli, Kudrinskaya Meydanı ve Koteinicheskaya Binası (Tagansky).



Gökdelenlerden bahsetmişken göz kamaştıran modern gökdelenlerin bulunduğu "Moskova City"den de söz etmem gerek. Burası öyle bir yer ki yanına yaklaşamıyorsunuz; oligarkların ve çok zenginlerin oturdukları bu son derece modern tasarımlı binalar çok güvenlikli ve çok pahalıymış. İçeriye ticari taksinin bile girmesine zor izin verilen adeta özerk bir bölge. Otobüsle kaç kez önünden geçtik ama fotoğraf çekemedim. Peki bu lüks gökdelenleri kim yapmış dersiniz? Bir Türk firması olan Rönesans Holding. Gururlandım.

Bolşoy Tiyatro Binası

Dünyaca ünlü Bolşoy Bale Topluluğunun gösterilerini yaptığı bina. Rusya'da bale sanatına çok önem veriliyor. Bolşoy tiyatro binası 1805 yılında çıkan yangında kül olduktan sonra, daha büyük bir tiyatro salonu inşa edilmiş ve 1825'te açılarak "Moskova Kraliyet Bolşoy Tiyatrosu" adıyla hizmete girmiş.



Rusya'da balenin tarihi ve gelişim sürecini anlatan "Matilda" filmi, Balerin Matilda Kshesinskaya'nın gerçek yaşam öyküsünden uyarlanarak çekilmiş tarihi bir film. Filmin çekildiği mekanları gezmiş olmanın verdiği keyfiyle izledim filmi. Rehberimize öneri için teşekkürler.


Lubyanka Binası

Tverskaya Caddesi'nde yer alan bu bina Rusya istihbaratının merkez karargahı. Binanın ana caddeye bakan kısmında, KGB'nin efsane ismi Andropov'un kabartması bulunuyor. Binanın göründüğünden daha fazla katının yer altında olduğu söylendi. Binanın işlevsel olup olmadığı hakkında net bir bilgi yok.Bazı geceler binada tek bir ışık gözükmezken, bazı geceler tüm ışıklar yanıyormuş. Binanın fotoğrafını çekmedim, ne olur ne olmaz diye. :) Öyle ya tarihte türlü işkencelerin odağı olması, KGB ve Sovyetler üçlüsünün bendeki algısı korkuydu çünkü. Çok fazla film izlemiştim.

Rusya'da günlük yaşam, başka bir yazı konusu. Ben yemeklerinden bahsetmek istiyorum. Rusya'nın kendine özgü bir mutfağı yok ama yerel yemekleri çok. Ünlü borç çorbasını, kreplerini(blini) ve Rus Salatası'nı saymazsak tabii. Borç çorbasını tatmadım ama çok sevdiğim balık çorbasını tattım. Diyebilirim ki gezdiğim ülkelerde tattığım balık çorbasından daha lezzetli bir çorba içtim Moskova'da. Üstelik çorbanın içinde tatlı su karidesleri de vardı. Azeri garsona, çorbayı çok beğendiğimi söyleyip, yarın akşam tekrar geleceğimi söyledikten sonra ikinci akşam çorbadaki karideslerin sayısı artmıştı. :) St. Petersburg'da içtiğim balık çorbasını(denize kıyısı olmasına rağmen) beğenmedim. Bu yönüyle Moskova'yı Ankara'ya benzettim. Hani bizde söylenir ya; "balığın tazesi ve  iyisi Ankara'da yenir" diye. Doğrudur.

Rusya'da votka çok tüketiliyor. Şöyle bir atasözü varmış; "Çirkin kadın yoktur, az votka vardır." Şimdi bu söz, kadınlara hakaret mi, iltifat mı, yorumu size bırakıyorum. Girdiğim tüm restoranlarda kocaman sürahilerle renkli sıvılar içiyorlardı. Rehberimize sordum nedir diye. Suyla reçelin karışımıymış ve Ruslar tarafından çok sevilen bir içecekmiş, adı "mors"muş. E tabii soğuk ülke, enerji için tatlı şart.

Moskova'nın gece yaşamının çok renkli olduğu söylendi ama ben gece yaşamını sevmediğimden bu konuda bir bilgi veremeyeceğim maalesef. Eğlenmek yerine dinlenmeyi ve sokaklarda gezmeyi tercih ediyorum.

Moskova 74 yıllık komünizm geçmişini unutmuş gözükse de eski rejimin katı kuralları günlük yaşamda varlığını hissettiriyor hala. Her şey kurallara göre yapılıyor, kural dışılık söz konusu değil. Bu konuda en ufak taviz vermiyorlar. Moskova, geçiş sürecinin şaşkınlığını atmışa benziyor. Yeni sisteme kolay adapte olmuş. Hırsızlık konusunda uyarıldık, ki her yerde var olabilen bir durum. Cadde ve sokaklar gayet güvenliydi. Gerçekten de Napolyon'un dediği gibi; "Moskova Rusya'nın kalbiydi." Ve ben bu kalbi çok sevdim.





Aklınızda Bulunsun! (Rusya'ya seyahat etmeyi düşünüyorsanız eğer)

- Pasaportlar, otele giriş yapıldığında toplanıyor ve ancak çıkış işlemi yapıldıktan sonra size teslim ediliyor. Polis pasaport sorduğunda elinizdeki otelin oda kartını gösteriyorsunuz. Bu uygulamanın yalnız Türklere mi, yoksa tüm turistlere mi uygulandığını bir türlü öğrenemedim.

-Derdinizi İngilizce anlatmaya boşuna uğraşmayın, kimse İngilizce bilmiyor. Türkçe olarak anlatırsanız daha iyi anlaşırsınız. Çünkü Sovyetler dağıldıktan sonra iş bulmak için Moskova'ya gelen Türki Cumhuriyetlerden Azeriler, Özbekler, Tacikler, Ahıska Türkleri, Gürcüler gayet iyi Türkçe konuşuyorlar. Moskova'da Rusça'dan sonra en yaygın konuşulan dil Türkçe. Zorluk çekmedim. 

- Sarı ticari taksi sayısı yeterli değil, zaten kullanmanız önerilmiyor, güvenli olmayabilirmiş. Bunun yerine internet taksiciliğini tercih edin. Tabii bunun için rehberden yardım almanız gerekiyor.

-Bir Rus'a "kazyol" yani keçi demek büyük hakaret sayılıyor. Ama "ayı" diyebilirsiniz, bu da iltifat sayılıyor. Çünkü "ayı" Rusya'nın simgesi ve güçlü, kuvvetli bir hayvan. Rehberimizin söylediğine göre "manyak" ve "durak"  sözcüklerini de kullanmayın. Manyak, bildiğiniz manyak "durak" ise "deli" demekmiş. Taksiciye ezkaza şu durakta ineceğim derseniz temiz bir dayak yermişsiniz. Benden uyarması.

Not: Tüm fotoğraflar bana aittir, izinsiz kullanılamaz.