YAKIN AMA UZAK KOMŞUMUZ: RUSYA
Merhaba! St. Petersburg: Kuzey'in Başkenti
Sabah erkenden başkent Moskova'ya 800 Kilometre uzaklıktaki eski başkent St. Petersburg'a doğru yol alıyoruz hızlı trenle. Yolculuğumuz dört saat sürecek. Tren hızlı olsa da, manzara yavaş akıyor ve ben pencereden bakarak manzaranın tadını çıkarıyorum bu devasa büyüklükteki coğrafyada. Sanki hiç yükselti yok, her bir taraf yeşile boyanmış. Sık ara minik, şirin evler görüyorum, yeşil örtünün aralarında. Sonradan öğrendiğime göre bu evlere "Daça" deniliyormuş. Rusların yaşamında Daça kültürünün önemli bir yeri varmış. Şehrin kalabalığından ve kaosundan uzaklaşıp, doğayla baş başa kalmak isteyen Ruslar, buldukları her fırsatta şehir dışındaki bu minik evlere kaçıyorlarmış. Öyleki, "Daça, Sovyetler Birliği'nin ömrünü uzattı" esprisini yapanlar bile varmış. Rusya'da tatil ve dinlenme kültürü çok önemli. Haliyle daçalara gidip stres atınca da ortalık süt liman gözüküyor Ruslara.
Tam dört saat sonra St. Petersburg garındaydık. Rusya'da trenler dakik. Devrimi başlatmak üzere Lenin'in İsviçre'den yola çıkarak İsveç üzerinden başkente girdiği gardayız yani. Garın bir tarihi var. Şöyleki: Lenin, sürgünden on dört yıl sonra 9 Nisan 1917'de Rusya'ya geri dönüyor. Tren, Petrograd(o zamanki adıyla) İstasyonu'na girdiğinde,öndeki büyük alan, binlerce işçi ve deniz, hava ve kara birliklerinden oluşan şeref kıtalarıyla hıncahınç dolmuş bulunuyor. Enternasyonal marşı ortalığı çınlatıyor. Lenin, trenden iner inmez yüzlerce el tarafından alınıp, zırhlı bir otomobile bindiriliyor ve Lenin bindirildiği zırhlı otomobilden halka ilk nutkunu veriyor. Çok geçmeden de "dünyayı sarsan on gün" başlıyor. İşte tam burada, tarihi duyumsamak isterdim ama öylesine kalabalıktı ki her yer , adeta Çinlilerin istilasına uğramıştı. Bir an önce dışarı attım kendimi. Moskova ve St. Petersburg'da sokaklarda hiç kedi ve köpek görmediğimi söylediğimde şu esprili cevabı almıştım daha sonra: "Çinliler geldiğinden onları saklıyoruz." :)
Şans bu ya, Avrupa son 40 yılın en sıcak günlerini yaşıyordu. Dışarısı çok sıcaktı ve Moskova'da olmayan nem olanca ağırlığıyla kendini hissettiriyordu. Otobüsle şehir turuna başladık. Neva Nehri genişliği, masmavi rengi, üstündeki birbirine benzemeyen dantel gibi örülmüş köprüleri ve çevresinde yer alan göz kamaştırıcı yapılarıyla insanı büyülüyordu adeta.
Neva Nehri, St. Petersburg yakınlarında bulunan Ladoga Gölü'nden doğup 74 kilometre yol aldıktan sonra Fin Körfezi'nde Baltık Denizi'ne dökülüyor. Nehrin 30 kilometresi şehrin içinden geçiyor ve genişliği 400-1200 metre, derinliği 14-24 metre arasında değişiyor. Nehir üzerinde 500'e yakın köprü bulunmakta. Bu köprülerden 22 tanesi gemilerin geçişi için 01.30- 06.00 saatleri arasında açılıyor. Ünlü iki köprü ise, heykellerle süslü olan Anichkov Köprüsü ve St. Petersburg'un kuruluşunun 200. yılında, Eyfel Kulesi'ni yapan mimar tarafından yapılan ve Fransızların armağanı olan Fransız Köprüsü'ymüş(yatay Eyfel Kulesi'ne benzetiliyor ama ben benzetemedim).
Kışın -30, -40 dereceye düşen hava sıcaklığı nedeniyle Neva Nehri buz tutuyormuş ve karşıdan karşıya arabayla geçilebiliyormuş. Nehrin bir başka özelliği de Ruslar, küçük çocuklarını, bebeklerini buraya getirip soğuğa karşı dirençli olmalarını sağlamak için buzlu suya sokuyorlarmış. Eskiden çarların, çariçelerin ve çocuklarının birçoğunun zatürreden öldüğü düşünülürse soğuğa karşı bağışıklık geliştirmeleri bakımından iyi bir yöntem bence. Nehirde tekneyle yaptığımız bir saatlik yolculuk bu masal gibi şehrin tüm ihtişamını gözler önüne seriyordu. Acaba ben hangi masalın hangi kahramanıydım? Cevabı bana kalsın, masalın büyüsü bozulmasın.
Bizim "Deli" diye adlandırdığımız, dünyanın ise "Büyük" olarak tanıdığı Petro, çarlık koltuğuna oturup taç giydiğinde Rusya için kurduğu hayallerini de gerçekleştirmeye başlamış. Petro tahta çıktığında Karasal bir devlet olan Rusya'nın gelişip büyüyebilmesi için açık denizlere bir çıkış bulması gerektiğine inanmış. Bugünkü St. Petersburg şehrinin olduğu yerler 18. yüzyılda İsveç'e aitmiş ve her bir tarafı balçık bataklıkmış. Petro, ilk iş İsveç'e savaş açmış ve toprakları geri almış. Ruslar bu verimsiz, bataklık arazinin hiçbir şeye yaramayacağını düşünmüşler ama Petro kararlıymış; buraya bir şehir kurulacakmış. Ama nasıl? Önce bataklığın kurutulması gerekiyormuş. Bunun için Petro, tüm Rusya'da geçerli olmak üzere "her kim bu şehre gelirse, cebinde bir taş getirecektir" diye yasa çıkarmış ve eklemiş; "İlerde Ruslar, benim büyük büyük dedem de buraya bir taş koymuştu diyecek ve gururlanacak."
Halkı bile buna inanmazken, Petro inanıyor ve getirilen taşlar bataklık araziye dolduruluyor. Şehrin yapımında yoğun taş tüketimi nedeniyle Rusya'nın geri kalanında kaya kullanımı yasaklanıyor. Bataklık kurutulduktan sonra, 1703 yılında şehir inşa edilmeye başlanıyor. Başta İtalyan mimarlar olmak üzere Avrupa'dan ünlü mimarlar getiriliyor. Çünkü Petro, çok genç yaşında gizlice Hollanda'ya gitmiş, oradaki tersanelerde işçi olarak çalışmış ve Amsterdam'ı şehir olarak çok beğenmiş. Yeni kuracağı şehrin, Amsterdam'a benzemesini istemiş. Kurutulan bataklıkların üzerine kanallar ve köprüler inşa edilmiş. Bu nedenledir ki, St. Petersburg'un bir adı da "Kuzey'in Amsterdam'ıdır. Rusların kısaca "Piter" diye adlandırdıkları bu şehrin birçok unvanı vardır: "Kuzey'in Başkenti", "Kuzey'in Venedik'i", "Avrupa'ya Açılan Pencere".
Şehir yapımında çalışan savaş esirleri, işçiler, köylüler ve eziyet çekenler nedeniyle o kadar çok ölüm olmuş ki, St. Petersburg'un bir diğer adı da "Kemikler Üzerindeki Şehir"miş. Ve böylece, Çarlık Rusya'sına 200 yıl başkentlik yapacak olan, aynı zamanda Rusya'nın ikinci büyük, Avrupa'nın dördüncü büyük şehri kurulmuş, hem de 42 irili ufaklı adalar üstüne.
Bugün bile dünyanın en çok köprü barındıran kenti olan St. Petersburg'un adı, 1917 Ekim devrimini burada başlatan devrimin lideri Lenin'in ölümünden sonra, ona ithafen "Leningrad" olarak değiştirilmiş. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Çarlık Rusya'sı yeniden gündeme gelince tartışmalı bir referandumla tarihi adını yeniden almış: St. Petersburg.
Fin Körfezi ile açık denizlere açılan şehrin kurucusu Petro,bilindiği gibi "Rus Jeopolitikası ve sıcak denizlere inme" vizyonunun da sahibi. Çarlığı döneminde denizciliği geliştiriyor ve ülkesini zorla da olsa modernleştiriyor. Önceliği Karadeniz ama 1711'de Prut Savaşı'nda Osmanlı'ya yenilince Baltık Denizi'ne yönelmiş. Prut Savaşı'nda, Petro'nun eşi Katerina ile Baltacı Mehmet Paşa arasındaki hikayeye Ruslar hayal ürünü diyor ve gerçeği yansıtmadığına inanıyorlarmış.
Petro, gerek fiziksel (boyu 204cm, ayakkabı numarası 38'miş. Bu yüzden hep büyük ayakkabı giyermiş) gerek ruhsal olarak farklı bir kişilikmiş. Yaptığı devrimler ve bunların yerleşmesi için acımasızlığıyla ünlenmiş. Rusya, ilk defa Petro döneminde imparatorluk olmuş. İşte St. Petersburg'da bu yeni imparatorluğun başkenti olarak unvanı Moskova'dan almış.
Deli Petro, eğitime çok önem veriyor ve devlet kademelerinde öğretimin kurumsallaşmasını sağlamak için Avrupalı bilim adamlarını Rusya'ya davet ediyor. Rusların, kılık kıyafetiyle Avrupalılar gibi olmasını istiyor. Sakal bırakmayı yasaklıyor, bırakanlardan "sakal vergisi" alıyor. Bence en önemli reformu, devlet yönetimini daha seküler hale getirmesi, ki bunun için din adamlarına asla taviz vermediği bugün bile konuşuluyor. İçimden "Her ülkeye bir Deli Petro gerek" diye geçmiyor değil.
Petro'yu tanımadan, onun ülkesi için çılgın hayallerini bilmeden St. Petersburg'u gezmek, yalnızca müze binalarına, katedrallere bakmak ve Neva Nehri'nde tekne turu yapmak olur, ki bu da "Piter"'in tarihine saygısızlık olur. Bu nedenle Rusya turu sonunda söylediğim; "Rusya demek Deli Petro demekmiş" sözümü hatırlayıp kısaca bilgi vermek istedim.
I. Dünya Savaşı'nda, Almanlara duyulan tepkiyle şehrin sonundaki "burg" eki atılmış, şehri Ruslaştırmak için "grad" eklenmiş ve şehrin adı; Petrograd olmuş. II. Dünya Savaşı süresince 25 Milyon kişinin öldüğü Sovyetler Birliği'nde bugün bile demografik yapı düzelmemiş; kadın nüfus, erkek nüfustan fazlaymış. Petro'nun kurduğu şehir, savaşta Hitler'e karşı verdiği mücadeleyle de ünlüdür: O zamanki adı Leningrad olan ve 900 gün Alman kuşatması altında kalan şehir halkı büyük kahramanlık göstererek Lenin'in Şehri'ni düşmana teslim etmemiştir çünkü. Tarihe "Leningrad Kuşatması" olarak geçen kuşatmayı şehir halkı, 10 Ağustos 1942'de bir destan yazarak etkisiz hale getirmiştir:Dimitri Şostakoviç'in bu kent için özel olarak bestelediği 7 numaralı senfonisi (Leningrad Senfonisi), kuşatma altındaki şehrin meydanında seslendirilmiştir. Direnişin ve umudun simgesi bu senfoninin hikayesini daha önce yazmıştım. Aşağıdaki linke tıklayarak okuyabilirsiniz. Önemli, çünkü "İnsanlık despotluğu, müzikle yenmişti."
http://sahriye.blogspot.com/2017/07/direnisin-ve-umudun-simgesi-bir-senfoni.html
II. Dünya Savaşı'nda hava bombardımanında şehir neredeyse yerle bir olmuş. Şehir halkı gönüllü olarak saray ve müzelerdeki değerli eşyaları toprak altına gömerek, bazılarını da Ural Dağları'na götürerek kurtarmaya çalışmışlar. Saray ve müzelerin üstü, havadan gözükmesin diye toprakla örtülmüş. Savaş sonrasında şehirde bulunan yapılar uzun süren bir restorasyon döneminden geçmişler. Rus halkının tarihi geçmişine sahip çıkması, hem de gönüllü olarak beni çok etkiledi, ki bugün hala müze ve saraylarda çalışan kadınlar gönüllü olarak görevlerine devam ediyorlar. Müze ve saraylara galoş giymeden giremiyorsunuz. Bazı bölümlerde fotoğraf çekimi yasak. Sırt çantası ve su içeri alınmıyor. Bir tek Rusların bu su yasağını anlayamadım. İki üç saat sıcakta, kalabalıkta müze geziyorsunuz, haliyle susuyorsunuz ama yanınızda su bulunmadığı için su içemiyorsunuz. Sırf susuzluk ve yorgunluktan bir arkadaşımız fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı.
Dostoyevski'nin bir romanına adını veren "Beyaz Geceleri" şehirde tam anlamıyla yaşayamadım, çünkü beyaz geceler Temmuz-Ağustos aylarında gerçekleşiyormuş. Biz, beyaz geceleri sonuna doğru yakalayabildik: Saat 22.30'u gösterirken hava hala aydınlıktı(Moskova ve St. Petersburg'la saatlerimiz aynı hatırlatayım). Otelin yeri merkezde ve Neva Nehri'nin hemen kıyısında olduğundan beyaz gecelerin keyfini yine de çıkardım, Dostoyevski'yi anarak hem de.
St. Petersburg'un tarihi hakkında bu kadar bilgi yeterli sanırım.Öyleyse şimdi de şehrin tarihi ve turistik yerlerini gezelim.
Minik bir not eklemeliyim: Rusya'da çar ve çariçeler tarafından yaptırılan eserler, ne kadar kaba, estetikten yoksun ve çirkin olursa olsun, bir sonraki çar o eserlere asla dokunmuyor, kaldırmıyormuş. Tarihi birikime saygıya bakar mısınız?
Hermitaj Müzesi
Hermitaj Rusça'da sakin yer, inziva anlamına geliyor. Kurulurken amacı "inziva" olsa da, günümüzde tam tersi "iğne atsan yere düşmez" bir kalabalığı yaşıyor. Dünyanın dört bir yanından turistler, sanatseverler, sanatçılar akın akın bu müzenin içindeki değerli ve nadide eserleri görmeye geliyorlar.
Dünyanın en büyük ve en eski müzelerinden biri olan Hermitaj Müzesi, 1754 yılında Büyük Katerina tarafından kurulmuş. Dünyadaki en büyük resim koleksiyonunu da içeriyormuş ve üç milyondan fazla ögeyi barındırıyormuş. Büyük Katerina, Berlinli bir tüccardan resim satın alarak bir sanat koleksiyonu oluşturmaya başlamış.Daha sonra Prusya Kralı III. Frederick'in koleksiyonunu toplamış. Yetinmemiş Çariçeliği döneminde Rusya'ya borcu olan devletlerin, borçlarına karşılık olarak para yerine ünlü ressamların tablolarını ve heykellerini istemiş. Hollanda'dan, Fransa'dan, İtalya ve İspanya'dan tablo ve heykelleri toplamış, bugün müze olarak kullanılan o zamanın Kışlık Saray'ında sergilemeye başlamış. Günümüzde, bu devletler, borçlarına karşılık verdikleri resim ve heykelleri geri istiyorlarmış ama Rusya vermiyormuş. Bugün, çariçenin sanat aşkı ve koleksiyon merakı Rusya'ya iyi gelir sağlıyor kanımca.
1500 odalı sarayda bulunan tüm eserleri görmek için (her bir esere bir dakika ayrıldığı varsayımıyla) 11 yıl gerekiyormuş.
Müzede en çok rağbet gören eserlerden biri Rembrant'ın "Savurgan Oğul'un Dönüşü" tablosu, ki önünde çok büyük kalabalık vardı. Diğerleri ise, Leonardo Da Vinci'nin "Meryem ve Çocuk İsa" ve "Benois Madonna"sı tablosu, Antonio Canova'nın "Üç Güzeller"i, Giorgione'in "Judith"i,Edgar Degas'ın "Place de la Concorde" tablosu, Michelangelo'nun "Düşünen Adam Heykeli", Lorenzetto'nun "Boy on a Dolphin" heykeli aklımda kalanlar. Benim ilgimi çekense Rubens'in "Latin Yardımseverliği" tablosuydu, çünkü öyküsünü biliyordum. Tablonun öyküsü kısaca şöyle: Ölüm cezası alan ve açlığa mahkum edilen Cimon'un hayatta kalabilmesi için yeni doğum yapmış kızı Pero, hapishanede yatan babasını gizlice emzirir. Haftalar geçip de Cimon açlıktan ölmeyince, nedenini takip için bir gardiyan görevlendirilir. Gardiyan gördüklerini krala anlatınca, bu fedakarlık karşısında derinden etkilenen kral, Cimon'u affeder ve serbest bırakır. Etkileyici değil mi?
Meryem ve Çocuk İsa - L. Da Vinci
Benois Madonna - L. Da Vinci
Judith - Giorgione
Düşünen Adam - Michelangelo
Çariçe I. Katerina - Carel de Moor(1717)
Not: Tüm fotoğraflar bana aittir, izinsiz kullanılamaz.
Tam dört saat sonra St. Petersburg garındaydık. Rusya'da trenler dakik. Devrimi başlatmak üzere Lenin'in İsviçre'den yola çıkarak İsveç üzerinden başkente girdiği gardayız yani. Garın bir tarihi var. Şöyleki: Lenin, sürgünden on dört yıl sonra 9 Nisan 1917'de Rusya'ya geri dönüyor. Tren, Petrograd(o zamanki adıyla) İstasyonu'na girdiğinde,öndeki büyük alan, binlerce işçi ve deniz, hava ve kara birliklerinden oluşan şeref kıtalarıyla hıncahınç dolmuş bulunuyor. Enternasyonal marşı ortalığı çınlatıyor. Lenin, trenden iner inmez yüzlerce el tarafından alınıp, zırhlı bir otomobile bindiriliyor ve Lenin bindirildiği zırhlı otomobilden halka ilk nutkunu veriyor. Çok geçmeden de "dünyayı sarsan on gün" başlıyor. İşte tam burada, tarihi duyumsamak isterdim ama öylesine kalabalıktı ki her yer , adeta Çinlilerin istilasına uğramıştı. Bir an önce dışarı attım kendimi. Moskova ve St. Petersburg'da sokaklarda hiç kedi ve köpek görmediğimi söylediğimde şu esprili cevabı almıştım daha sonra: "Çinliler geldiğinden onları saklıyoruz." :)
Şans bu ya, Avrupa son 40 yılın en sıcak günlerini yaşıyordu. Dışarısı çok sıcaktı ve Moskova'da olmayan nem olanca ağırlığıyla kendini hissettiriyordu. Otobüsle şehir turuna başladık. Neva Nehri genişliği, masmavi rengi, üstündeki birbirine benzemeyen dantel gibi örülmüş köprüleri ve çevresinde yer alan göz kamaştırıcı yapılarıyla insanı büyülüyordu adeta.
Neva Nehri, St. Petersburg yakınlarında bulunan Ladoga Gölü'nden doğup 74 kilometre yol aldıktan sonra Fin Körfezi'nde Baltık Denizi'ne dökülüyor. Nehrin 30 kilometresi şehrin içinden geçiyor ve genişliği 400-1200 metre, derinliği 14-24 metre arasında değişiyor. Nehir üzerinde 500'e yakın köprü bulunmakta. Bu köprülerden 22 tanesi gemilerin geçişi için 01.30- 06.00 saatleri arasında açılıyor. Ünlü iki köprü ise, heykellerle süslü olan Anichkov Köprüsü ve St. Petersburg'un kuruluşunun 200. yılında, Eyfel Kulesi'ni yapan mimar tarafından yapılan ve Fransızların armağanı olan Fransız Köprüsü'ymüş(yatay Eyfel Kulesi'ne benzetiliyor ama ben benzetemedim).
Kışın -30, -40 dereceye düşen hava sıcaklığı nedeniyle Neva Nehri buz tutuyormuş ve karşıdan karşıya arabayla geçilebiliyormuş. Nehrin bir başka özelliği de Ruslar, küçük çocuklarını, bebeklerini buraya getirip soğuğa karşı dirençli olmalarını sağlamak için buzlu suya sokuyorlarmış. Eskiden çarların, çariçelerin ve çocuklarının birçoğunun zatürreden öldüğü düşünülürse soğuğa karşı bağışıklık geliştirmeleri bakımından iyi bir yöntem bence. Nehirde tekneyle yaptığımız bir saatlik yolculuk bu masal gibi şehrin tüm ihtişamını gözler önüne seriyordu. Acaba ben hangi masalın hangi kahramanıydım? Cevabı bana kalsın, masalın büyüsü bozulmasın.
Bizim "Deli" diye adlandırdığımız, dünyanın ise "Büyük" olarak tanıdığı Petro, çarlık koltuğuna oturup taç giydiğinde Rusya için kurduğu hayallerini de gerçekleştirmeye başlamış. Petro tahta çıktığında Karasal bir devlet olan Rusya'nın gelişip büyüyebilmesi için açık denizlere bir çıkış bulması gerektiğine inanmış. Bugünkü St. Petersburg şehrinin olduğu yerler 18. yüzyılda İsveç'e aitmiş ve her bir tarafı balçık bataklıkmış. Petro, ilk iş İsveç'e savaş açmış ve toprakları geri almış. Ruslar bu verimsiz, bataklık arazinin hiçbir şeye yaramayacağını düşünmüşler ama Petro kararlıymış; buraya bir şehir kurulacakmış. Ama nasıl? Önce bataklığın kurutulması gerekiyormuş. Bunun için Petro, tüm Rusya'da geçerli olmak üzere "her kim bu şehre gelirse, cebinde bir taş getirecektir" diye yasa çıkarmış ve eklemiş; "İlerde Ruslar, benim büyük büyük dedem de buraya bir taş koymuştu diyecek ve gururlanacak."
Halkı bile buna inanmazken, Petro inanıyor ve getirilen taşlar bataklık araziye dolduruluyor. Şehrin yapımında yoğun taş tüketimi nedeniyle Rusya'nın geri kalanında kaya kullanımı yasaklanıyor. Bataklık kurutulduktan sonra, 1703 yılında şehir inşa edilmeye başlanıyor. Başta İtalyan mimarlar olmak üzere Avrupa'dan ünlü mimarlar getiriliyor. Çünkü Petro, çok genç yaşında gizlice Hollanda'ya gitmiş, oradaki tersanelerde işçi olarak çalışmış ve Amsterdam'ı şehir olarak çok beğenmiş. Yeni kuracağı şehrin, Amsterdam'a benzemesini istemiş. Kurutulan bataklıkların üzerine kanallar ve köprüler inşa edilmiş. Bu nedenledir ki, St. Petersburg'un bir adı da "Kuzey'in Amsterdam'ıdır. Rusların kısaca "Piter" diye adlandırdıkları bu şehrin birçok unvanı vardır: "Kuzey'in Başkenti", "Kuzey'in Venedik'i", "Avrupa'ya Açılan Pencere".
Şehir yapımında çalışan savaş esirleri, işçiler, köylüler ve eziyet çekenler nedeniyle o kadar çok ölüm olmuş ki, St. Petersburg'un bir diğer adı da "Kemikler Üzerindeki Şehir"miş. Ve böylece, Çarlık Rusya'sına 200 yıl başkentlik yapacak olan, aynı zamanda Rusya'nın ikinci büyük, Avrupa'nın dördüncü büyük şehri kurulmuş, hem de 42 irili ufaklı adalar üstüne.
Bugün bile dünyanın en çok köprü barındıran kenti olan St. Petersburg'un adı, 1917 Ekim devrimini burada başlatan devrimin lideri Lenin'in ölümünden sonra, ona ithafen "Leningrad" olarak değiştirilmiş. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Çarlık Rusya'sı yeniden gündeme gelince tartışmalı bir referandumla tarihi adını yeniden almış: St. Petersburg.
Fin Körfezi ile açık denizlere açılan şehrin kurucusu Petro,bilindiği gibi "Rus Jeopolitikası ve sıcak denizlere inme" vizyonunun da sahibi. Çarlığı döneminde denizciliği geliştiriyor ve ülkesini zorla da olsa modernleştiriyor. Önceliği Karadeniz ama 1711'de Prut Savaşı'nda Osmanlı'ya yenilince Baltık Denizi'ne yönelmiş. Prut Savaşı'nda, Petro'nun eşi Katerina ile Baltacı Mehmet Paşa arasındaki hikayeye Ruslar hayal ürünü diyor ve gerçeği yansıtmadığına inanıyorlarmış.
Petro, gerek fiziksel (boyu 204cm, ayakkabı numarası 38'miş. Bu yüzden hep büyük ayakkabı giyermiş) gerek ruhsal olarak farklı bir kişilikmiş. Yaptığı devrimler ve bunların yerleşmesi için acımasızlığıyla ünlenmiş. Rusya, ilk defa Petro döneminde imparatorluk olmuş. İşte St. Petersburg'da bu yeni imparatorluğun başkenti olarak unvanı Moskova'dan almış.
Deli Petro, eğitime çok önem veriyor ve devlet kademelerinde öğretimin kurumsallaşmasını sağlamak için Avrupalı bilim adamlarını Rusya'ya davet ediyor. Rusların, kılık kıyafetiyle Avrupalılar gibi olmasını istiyor. Sakal bırakmayı yasaklıyor, bırakanlardan "sakal vergisi" alıyor. Bence en önemli reformu, devlet yönetimini daha seküler hale getirmesi, ki bunun için din adamlarına asla taviz vermediği bugün bile konuşuluyor. İçimden "Her ülkeye bir Deli Petro gerek" diye geçmiyor değil.
Petro'yu tanımadan, onun ülkesi için çılgın hayallerini bilmeden St. Petersburg'u gezmek, yalnızca müze binalarına, katedrallere bakmak ve Neva Nehri'nde tekne turu yapmak olur, ki bu da "Piter"'in tarihine saygısızlık olur. Bu nedenle Rusya turu sonunda söylediğim; "Rusya demek Deli Petro demekmiş" sözümü hatırlayıp kısaca bilgi vermek istedim.
I. Dünya Savaşı'nda, Almanlara duyulan tepkiyle şehrin sonundaki "burg" eki atılmış, şehri Ruslaştırmak için "grad" eklenmiş ve şehrin adı; Petrograd olmuş. II. Dünya Savaşı süresince 25 Milyon kişinin öldüğü Sovyetler Birliği'nde bugün bile demografik yapı düzelmemiş; kadın nüfus, erkek nüfustan fazlaymış. Petro'nun kurduğu şehir, savaşta Hitler'e karşı verdiği mücadeleyle de ünlüdür: O zamanki adı Leningrad olan ve 900 gün Alman kuşatması altında kalan şehir halkı büyük kahramanlık göstererek Lenin'in Şehri'ni düşmana teslim etmemiştir çünkü. Tarihe "Leningrad Kuşatması" olarak geçen kuşatmayı şehir halkı, 10 Ağustos 1942'de bir destan yazarak etkisiz hale getirmiştir:Dimitri Şostakoviç'in bu kent için özel olarak bestelediği 7 numaralı senfonisi (Leningrad Senfonisi), kuşatma altındaki şehrin meydanında seslendirilmiştir. Direnişin ve umudun simgesi bu senfoninin hikayesini daha önce yazmıştım. Aşağıdaki linke tıklayarak okuyabilirsiniz. Önemli, çünkü "İnsanlık despotluğu, müzikle yenmişti."
http://sahriye.blogspot.com/2017/07/direnisin-ve-umudun-simgesi-bir-senfoni.html
II. Dünya Savaşı'nda hava bombardımanında şehir neredeyse yerle bir olmuş. Şehir halkı gönüllü olarak saray ve müzelerdeki değerli eşyaları toprak altına gömerek, bazılarını da Ural Dağları'na götürerek kurtarmaya çalışmışlar. Saray ve müzelerin üstü, havadan gözükmesin diye toprakla örtülmüş. Savaş sonrasında şehirde bulunan yapılar uzun süren bir restorasyon döneminden geçmişler. Rus halkının tarihi geçmişine sahip çıkması, hem de gönüllü olarak beni çok etkiledi, ki bugün hala müze ve saraylarda çalışan kadınlar gönüllü olarak görevlerine devam ediyorlar. Müze ve saraylara galoş giymeden giremiyorsunuz. Bazı bölümlerde fotoğraf çekimi yasak. Sırt çantası ve su içeri alınmıyor. Bir tek Rusların bu su yasağını anlayamadım. İki üç saat sıcakta, kalabalıkta müze geziyorsunuz, haliyle susuyorsunuz ama yanınızda su bulunmadığı için su içemiyorsunuz. Sırf susuzluk ve yorgunluktan bir arkadaşımız fenalaştı ve hastaneye kaldırıldı.
Dostoyevski'nin bir romanına adını veren "Beyaz Geceleri" şehirde tam anlamıyla yaşayamadım, çünkü beyaz geceler Temmuz-Ağustos aylarında gerçekleşiyormuş. Biz, beyaz geceleri sonuna doğru yakalayabildik: Saat 22.30'u gösterirken hava hala aydınlıktı(Moskova ve St. Petersburg'la saatlerimiz aynı hatırlatayım). Otelin yeri merkezde ve Neva Nehri'nin hemen kıyısında olduğundan beyaz gecelerin keyfini yine de çıkardım, Dostoyevski'yi anarak hem de.
St. Petersburg'un tarihi hakkında bu kadar bilgi yeterli sanırım.Öyleyse şimdi de şehrin tarihi ve turistik yerlerini gezelim.
Minik bir not eklemeliyim: Rusya'da çar ve çariçeler tarafından yaptırılan eserler, ne kadar kaba, estetikten yoksun ve çirkin olursa olsun, bir sonraki çar o eserlere asla dokunmuyor, kaldırmıyormuş. Tarihi birikime saygıya bakar mısınız?
Hermitaj Müzesi
Hermitaj Rusça'da sakin yer, inziva anlamına geliyor. Kurulurken amacı "inziva" olsa da, günümüzde tam tersi "iğne atsan yere düşmez" bir kalabalığı yaşıyor. Dünyanın dört bir yanından turistler, sanatseverler, sanatçılar akın akın bu müzenin içindeki değerli ve nadide eserleri görmeye geliyorlar.
Dünyanın en büyük ve en eski müzelerinden biri olan Hermitaj Müzesi, 1754 yılında Büyük Katerina tarafından kurulmuş. Dünyadaki en büyük resim koleksiyonunu da içeriyormuş ve üç milyondan fazla ögeyi barındırıyormuş. Büyük Katerina, Berlinli bir tüccardan resim satın alarak bir sanat koleksiyonu oluşturmaya başlamış.Daha sonra Prusya Kralı III. Frederick'in koleksiyonunu toplamış. Yetinmemiş Çariçeliği döneminde Rusya'ya borcu olan devletlerin, borçlarına karşılık olarak para yerine ünlü ressamların tablolarını ve heykellerini istemiş. Hollanda'dan, Fransa'dan, İtalya ve İspanya'dan tablo ve heykelleri toplamış, bugün müze olarak kullanılan o zamanın Kışlık Saray'ında sergilemeye başlamış. Günümüzde, bu devletler, borçlarına karşılık verdikleri resim ve heykelleri geri istiyorlarmış ama Rusya vermiyormuş. Bugün, çariçenin sanat aşkı ve koleksiyon merakı Rusya'ya iyi gelir sağlıyor kanımca.
1500 odalı sarayda bulunan tüm eserleri görmek için (her bir esere bir dakika ayrıldığı varsayımıyla) 11 yıl gerekiyormuş.
Latin Yardımseverliği - Rubens
Meryem ve Çocuk İsa - L. Da Vinci
Benois Madonna - L. Da Vinci
Judith - Giorgione
Düşünen Adam - Michelangelo
Çariçe I. Katerina - Carel de Moor(1717)
Hermitaj aynı zamanda çar ve ailesinin kışlık sarayı yani evi. Böyle düşündüğümüzde günlük yaşamı sürdürebilmek için aydınlatma, ısıtma,temizlik, yemek v.b gibi ihtiyaçların karşılanması gerek. Genel olarak bu ihtiyaçları şöyle karşılamışlar: St. Petersburg'da yılın neredeyse on bir ayı hava kapalı olduğundan bu büyük sarayların gece aydınlatılması ve güneş ışığından azami derecede yararlanılması çok önemli. Bunun için tavanlara pencereler yapılmış, geceleyin aydınlanmanın gücünü artırmak için devasa aynalar kullanılmış. Özellikle aynaların işlemeli çerçeveleri çok güzeldi. Aydınlanmayı sağlayan avizelerde beş bin adet mum yakılıyormuş. Tüm mumları yakmak çok uzun süreceğinden ve hava erken karardığından güzel bir yöntem bulmuşlar; avizelerdeki tüm mumlar iplerle birbirine bağlanıyormuş, sonra en baştaki mum tutuşturuluyormuş. Gerisini tahmin edebilirsiniz; domino etkisi ve kısa sürede dev avizenin ışıl ışıl yanması. Yılın büyük bölümü soğuk ve karlar altında geçen şehirde kışın sarayın ısıtılması da önemli tabii. Bunun için tabandan tavana dek uzanan Hollanda sobaları ve alttan ısıtma sistemi kullanılmış. O zamanlar Rusya'da ölümler genellikle zatürreden olduğundan, çar ve çariçeler yılda bir kez yıkanırlarmış, diğer zamanlarda silinerek temizlenirlermiş. Doğal olarak mücadele edilmesi gereken, saçlarda ve elbiselerde gezen bitlermiş. Çariçenin giysilerinde, saçlarında fil dişinden yapılmış bit yakalayıcı kıskaçlar bulunurmuş.
Aziz İsaac Katedrali ve Meydanı
Çar I. Nikolay'ın emriyle 1818-1858 yılları arasında inşa edilmiş ihtişamlı bir katedral. Büyük kubbesinin yapımında 100 kilogram saf altın kullanılmış. Bu devasa kubbe II. Dünya Savaşı'nda düşman uçaklarının dikkatini çekmemesi için griye boyanmış.
St. Petersburg şehrinin önemli silüetlerinden biri olan Kazan Katedrali, 1801-1811 yılları arasında, Roma'daki-Vatikan- San Pietro Bazilikası'ndan esinlenilerek yapılmış. San Pietro Bazilikasını görüp gezdiğim için ben benzetemedim ama sanat tarihçilerine saygım sonsuz. Napolyon'un Rusya'yı işgal edip ta Moskova'ya kadar ilerleyip şehri yakıp yıkmasının ardından Rus ordularının başkomutanı Mareşal Mihail Kutuzov, Napolyon'u yenmiş ve Fransızları Rusya'dan dışarı atmış. Bugün hala ülkede en çok sevilen figürlerden biri Mareşal Kutuzov. Ve öldüğünde naaşı 1813'de bu katedrale defnedilmiş. Mareşal Kutuzov, bir dönem İstanbul'da Rus Büyükelçisi olarak da görev yapmıştır.
Kazan Katedrali'nin asıl önemi, içerisinde yer alan "Kazan İkonu"nun mucizelerinden kaynaklanıyormuş. Katedralde bulunan ve "Kazanskaya" olarak adlandırılan Our Lady of Kazan ikonu 1579'da Kazan şehrinde bir bahçede bulunmuş ve daha sonraları ikonun kopyaları yapılmış. Orijinal ikon, Prens Pozharsky tarafından Polonyalılara karşı yapılan savaşa taşınmış ve savaş kazanılmış. Bu nedenle ünlenen ikon, Moskova'da tutulmuş. 1821'de, Our Lady of Kazan'ın orijinal simgesi, şehrin kalbinde yani Nevski Caddesinde inşa edilen yeni Kazan Katedrali'ne taşınmış. Bu zaman süresince ikonun ünü daha da artmış ve ülke çapında ikonun dokuz ayrı kopyası yapılmış. Katedrale girdiğimde Kazan İkonu'nun önünde aşırı bir kuyruk vardı; saygılarını ve dileklerini iletmek isteyen insanların sıra kuyruğu.
Dökülen Kan Kilisesi
Kırım Savaşı'nın kaybedilmesi, Rusya'da önemli gelişmelerin de başlangıcı olmuş ve reformları tetiklemiş. Çar II. Aleksandr'ın 1861 yılında ülke genelinde serfliği kaldırmasıyla beraber Rus köylüsü(mujik) özgürlüğüne kavuşmaya başlamış. Buna rağmen çara karşı bir muhalefet oluşmaya başlamış. Bunun üzerine Halkçılık(Narodniki) akımı da güçlenmeye başlamış. Bu ve buna benzer örgütlerin amacı çarı devirmekmiş. Çar II. Aleksandr bir suikast sonucu 1881 yılında öldürülmüş. Öldürüldüğü bu yerde, adına ince işlemeli Dökülen Kan Kilisesi inşa edilmiş. Kilisenin bir diğer adı da Kanlı Kilise'ymiş. Sanırım isminden dolayı, kilisenin içini gezmek istemedim.
Kilisenin dış cephesinde 7000 metrekare mozaik kullanılmış, pencereler ise Estonya mermeri ile süslenmiş. Kilisenin kulesi 81 metre yüksekliğinde. Kilise tam bir Rus mimarisi özellikleri taşıyor ve ben bu kiliseyi mimari açıdan Moskova'daki St. Vasiliy Katedrali'ne benzettim.
Mariinski Tiyatrosu
Mariinski Tiyatrosu'nda yerleşik bale topluluğu, dünyanın en önemli bale topluluklarından biridir. 18. Yüzyılda Rus İmparatorluk Balesi olarak kurulmuştur. Moskova'daki Bolşoy Balesi ile tatlı bir rekabet halindedirler.
Dostoyevski Müzesi
Zaman darlığı nedeniyle müzeyi gezemedim ama bir Dostoyevski hayranıysanız gezmenizi öneririm. Ben Neva Nehri'nde tekne turu yaparken, Dostoyevski'nin bir süre mahkum olarak yattığı, döneminin en kötü hapishanesi olarak ünlenen hapishanenin önünden geçtim ve fotoğrafını çektim. Bu hapishaneye giren canlı çıkamıyormuş; aşırı nem, küf, pis koku, fareler nedeniyle. Hapishaneye bakarken aklımda Sabahattin Ali ve onun Sinop Cezaevi'nde yatarken yazdığı "Aldırma Gönül" şiiri vardı: Sabahattin Ali, koğuşunda yatarken Karadeniz'in deli dalgalarının seslerini dinlemiş ve dizelere dökmüş, Dostoyevski'de Neva Nehri'nin kışın donan sessizliğini dinlemiş ve çıktıktan sonra yazacağı romanını kurgulamıştır diye düşünerek...Dostoyevski çar tarafından affedilip, son anda kurşuna dizilmekten kurtulduktan ve özgürlüğüne kavuştuktan sonra dünya edebiyatının şaheserlerinden biri kabul edilen "Suç ve Ceza"yı yazmıştır.
Çaykovski, Şostakoviç ve Rimski Korsakov,hayatlarının büyük bölümünü bu şehirde geçirmiş en güzel eserlerini yine burada vermişlerdir.
Puşkin, lise eğitimini burada almış, buradan sürgüne gönderilmiş, burada düelloda ölmüş ve burada gömülmüş. Dostoyevski "Suç ve Ceza"yı, Beyaz Geceleri bu şehirde yazmış. 200 yıl çarlara ev sahipliği, Rusya İmparatorluğuna başkentlik yapmış.
1917'de Lenin Ekim devrimini burada başlatmış, Rusya yeni bir çağa adım atmış.
II. Dünya Savaşı'nda Leningrad Kuşatması'nda Hitler'in ordusuna karşı gösterdiği dirençle tarihe adını altın harflerle yazdırmış. Adına senfoni yazılmış, umudun ve direnişin sembolü olmuş.
25 Aralık 1991'de Sovyetler Birliği dağılınca, eski kimliğine kavuşmuş.Dostoyevski'nin"dünyanın en muhteşem şehri" dediği St.Petersburg, UNESCO'nun Dünya Kültürel Mirası listesinde yer almış. Beş milyon nüfuslu bu şehir, görülmeye değer.
St. Petersburg'u gezdikten sonra kültür ve sanata doydum desem yeridir. Bu küçük adalar üstüne kurulu şehir ihtişamıyla, kültürüyle sonsuza dek yaşamalı. Ama ne yazık ki, Venedik, Amsterdam'ı bekleyen son gibi önlem alınmazsa St. Petersburg da sular altında kalacakmış.
Rusya'da grubumuza rehberlik yapan, sorularıma bıkıp usanmadan cevaplar veren, kitaplarda bulamayacağım bilgileri edinmemi sağlayan ve tur sonunda kendimi Rusya hakkında küçük bir kitap yazabilecek donanıma sahip olduğumu hissettiren güzel insan Nura Mamedov'a çok teşekkürler...
Aziz İsaac Katedrali ve Meydanı
Çar I. Nikolay'ın emriyle 1818-1858 yılları arasında inşa edilmiş ihtişamlı bir katedral. Büyük kubbesinin yapımında 100 kilogram saf altın kullanılmış. Bu devasa kubbe II. Dünya Savaşı'nda düşman uçaklarının dikkatini çekmemesi için griye boyanmış.
Katedralin önündeki meydanda tarihi Astoria Otel'i bulunmakta. Bu otelin hikayesi ise şöyle: 900 gün Alman kuşatması altında kalan Leningrad(St. Petersburg) direnmiş ve pes etmemiş. Hitler, Leningrad'ın kazanılacağından emin olarak zaferini Astoria Otel'de kutlamayı planlamış.Hatta kuşatma son bulmadan davetiyeleri bile bastırmış. Ancak hiçbir şey Hitler'in planladığı gibi gitmemiş. Davetiyeler daha sonra Rus askerleri Berlin'e girdiğinde bulunmuş.
Kazan KatedraliSt. Petersburg şehrinin önemli silüetlerinden biri olan Kazan Katedrali, 1801-1811 yılları arasında, Roma'daki-Vatikan- San Pietro Bazilikası'ndan esinlenilerek yapılmış. San Pietro Bazilikasını görüp gezdiğim için ben benzetemedim ama sanat tarihçilerine saygım sonsuz. Napolyon'un Rusya'yı işgal edip ta Moskova'ya kadar ilerleyip şehri yakıp yıkmasının ardından Rus ordularının başkomutanı Mareşal Mihail Kutuzov, Napolyon'u yenmiş ve Fransızları Rusya'dan dışarı atmış. Bugün hala ülkede en çok sevilen figürlerden biri Mareşal Kutuzov. Ve öldüğünde naaşı 1813'de bu katedrale defnedilmiş. Mareşal Kutuzov, bir dönem İstanbul'da Rus Büyükelçisi olarak da görev yapmıştır.
Mareşal Mihail Kutuzov Heykeli
Kazan Katedrali'nin asıl önemi, içerisinde yer alan "Kazan İkonu"nun mucizelerinden kaynaklanıyormuş. Katedralde bulunan ve "Kazanskaya" olarak adlandırılan Our Lady of Kazan ikonu 1579'da Kazan şehrinde bir bahçede bulunmuş ve daha sonraları ikonun kopyaları yapılmış. Orijinal ikon, Prens Pozharsky tarafından Polonyalılara karşı yapılan savaşa taşınmış ve savaş kazanılmış. Bu nedenle ünlenen ikon, Moskova'da tutulmuş. 1821'de, Our Lady of Kazan'ın orijinal simgesi, şehrin kalbinde yani Nevski Caddesinde inşa edilen yeni Kazan Katedrali'ne taşınmış. Bu zaman süresince ikonun ünü daha da artmış ve ülke çapında ikonun dokuz ayrı kopyası yapılmış. Katedrale girdiğimde Kazan İkonu'nun önünde aşırı bir kuyruk vardı; saygılarını ve dileklerini iletmek isteyen insanların sıra kuyruğu.
Kırım Savaşı'nın kaybedilmesi, Rusya'da önemli gelişmelerin de başlangıcı olmuş ve reformları tetiklemiş. Çar II. Aleksandr'ın 1861 yılında ülke genelinde serfliği kaldırmasıyla beraber Rus köylüsü(mujik) özgürlüğüne kavuşmaya başlamış. Buna rağmen çara karşı bir muhalefet oluşmaya başlamış. Bunun üzerine Halkçılık(Narodniki) akımı da güçlenmeye başlamış. Bu ve buna benzer örgütlerin amacı çarı devirmekmiş. Çar II. Aleksandr bir suikast sonucu 1881 yılında öldürülmüş. Öldürüldüğü bu yerde, adına ince işlemeli Dökülen Kan Kilisesi inşa edilmiş. Kilisenin bir diğer adı da Kanlı Kilise'ymiş. Sanırım isminden dolayı, kilisenin içini gezmek istemedim.
Kilisenin dış cephesinde 7000 metrekare mozaik kullanılmış, pencereler ise Estonya mermeri ile süslenmiş. Kilisenin kulesi 81 metre yüksekliğinde. Kilise tam bir Rus mimarisi özellikleri taşıyor ve ben bu kiliseyi mimari açıdan Moskova'daki St. Vasiliy Katedrali'ne benzettim.
Smolni Manastırı
St. Petersburg'da hemen her yerden görülen ve ilginç mavi rengiyle onu diğer tarihi yapılardan ayıran Smolni Manastırı birkaç binadan oluşan bir komplekstir. Ve kompleksin ortasında, Yeniden Diriliş Katedrali yer almaktadır. Neva Nehri kıyısında bulunan mavi-beyaz Smolni Manastırı, Büyük Petro'nun kızı Elizaveta için inşa edilmiş. Tahtta hak iddia eden Elizaveta'nın tahta çıkışı reddedildikten sonra rahibe olmaya itilmiş. Siyasi durumlar değişince ve Elizaveta için taht yolu yeniden açılmasına rağmen Rus Ortodoks Manastırı'nın inşası çar ailesi tarafından finanse edilip devam ettirilmiş. Smolni, Rusçada rıhtımlarda gemilerin gövdesini kapatmak için kullanılan katrana verilen isimmiş. İsmiyle bu kadar tezat oluşturan bir yapı daha görmedim. Smolni Manastırı'nın renklerini ve mimari tarzını çok beğendim.
Nevski Caddesi, No:18- Puşkin Kafe
Moskova ve St. Petersburg'da edindiğim izlenim Rusların yazar ve şair Puşkin'e olan düşkünlükleri ve onu çok sevmeleriydi, ki ben de çok severim. Genç yaşta düelloda ölmeseydi, ölümsüz eserlerini vermeye devam ederdi kuşkusuz. 18. yüzyılın sonlarına doğru başlayan çağdaş Rus edebiyatının halen daha en önemli temsilcisi sayılan Puşkin'in adı ülkenin resmi kültür enstitüsüne de verilmiş. Rus diline yüzlerce kelime kazandırması nedeniyle bugün konuşulan Rusçanın da atası kabul ediliyor ve büyük saygı görüyor. Adına Rusya'nın her yerinde anıtlar ve heykeller bulunuyormuş.
Puşkin'in en önemli eserlerinin başında operaya uyarlanan "Yevgeni Onegin" ve "Yüzbaşının Kızı" romanı geliyor. Yevgeni Onegin sevdiğim operalardan biridir ve 2016 yılında izledikten sonra blogumda yazmıştım. Okumak için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz:
http://sahriye.blogspot.com/2016/11/yevgeni-onegin-baleopera-ankara.html
Rusya'yı tanımak, Ekim Devrimi'nin iç dinamiklerinin neler olduğunu öğrenmek istiyorsanız, "Yüzbaşının Kızı" romanını okumanızı da tavsiye ederim.
Puşkin'in en önemli eserlerinin başında operaya uyarlanan "Yevgeni Onegin" ve "Yüzbaşının Kızı" romanı geliyor. Yevgeni Onegin sevdiğim operalardan biridir ve 2016 yılında izledikten sonra blogumda yazmıştım. Okumak için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz:
http://sahriye.blogspot.com/2016/11/yevgeni-onegin-baleopera-ankara.html
Rusya'yı tanımak, Ekim Devrimi'nin iç dinamiklerinin neler olduğunu öğrenmek istiyorsanız, "Yüzbaşının Kızı" romanını okumanızı da tavsiye ederim.
Nevski Caddesi No:18'de bulunan kafenin önemi şuradan geliyor. Puşkin'in genç ve güzel karısının bir subayla ilişkisi olduğunu anlatan bir mektup kendisine gönderiliyor. Bunun üzerine Puşkin iyi silah kullanamamasına rağmen subayı düelloya davet ediyor. İşte düelloya gitmeden önce son kahvesini bu kafede içiyor ve düelloya gidiyor. Düelloda ağır yaralanan Puşkin, üç gün sonra ölüyor ve St. Petersburg'da gömülüyor (29 Ocak 1837, henüz 38 yaşındadır). Bu kafede Puşkin'in masa başında oturur durumda olan balmumu heykelinin karşısında, bugünden tarihe geri giderek içtiğim kahvenin kırk yıl değil, sonsuza kadar hatırı olacaktır benim için...
Rus edebiyatına ve tarihe olan ilgim nedeniyle Rusya'ya ilişkin birçok blog yazısı yazmıştım. İstedim ki, blog yazımı okurken kitap okur gibi keyif alabilesiniz. Bunun için önce yazdığım blog linklerini de veriyorum. İşte her yerde bulamayacağınız, çok ilginç bilgiler içeren bir yazımın linki daha. Linki tıklayarak okuyabilirsiniz:
http://sahriye.blogspot.com/2014/01/unlu-bilmediklerimiz-genel-kulturumuzun.html
Rus edebiyatına ve tarihe olan ilgim nedeniyle Rusya'ya ilişkin birçok blog yazısı yazmıştım. İstedim ki, blog yazımı okurken kitap okur gibi keyif alabilesiniz. Bunun için önce yazdığım blog linklerini de veriyorum. İşte her yerde bulamayacağınız, çok ilginç bilgiler içeren bir yazımın linki daha. Linki tıklayarak okuyabilirsiniz:
http://sahriye.blogspot.com/2014/01/unlu-bilmediklerimiz-genel-kulturumuzun.html
Mariinski Tiyatrosu'nda yerleşik bale topluluğu, dünyanın en önemli bale topluluklarından biridir. 18. Yüzyılda Rus İmparatorluk Balesi olarak kurulmuştur. Moskova'daki Bolşoy Balesi ile tatlı bir rekabet halindedirler.
Dostoyevski Müzesi
Zaman darlığı nedeniyle müzeyi gezemedim ama bir Dostoyevski hayranıysanız gezmenizi öneririm. Ben Neva Nehri'nde tekne turu yaparken, Dostoyevski'nin bir süre mahkum olarak yattığı, döneminin en kötü hapishanesi olarak ünlenen hapishanenin önünden geçtim ve fotoğrafını çektim. Bu hapishaneye giren canlı çıkamıyormuş; aşırı nem, küf, pis koku, fareler nedeniyle. Hapishaneye bakarken aklımda Sabahattin Ali ve onun Sinop Cezaevi'nde yatarken yazdığı "Aldırma Gönül" şiiri vardı: Sabahattin Ali, koğuşunda yatarken Karadeniz'in deli dalgalarının seslerini dinlemiş ve dizelere dökmüş, Dostoyevski'de Neva Nehri'nin kışın donan sessizliğini dinlemiş ve çıktıktan sonra yazacağı romanını kurgulamıştır diye düşünerek...Dostoyevski çar tarafından affedilip, son anda kurşuna dizilmekten kurtulduktan ve özgürlüğüne kavuştuktan sonra dünya edebiyatının şaheserlerinden biri kabul edilen "Suç ve Ceza"yı yazmıştır.
Çaykovski, Şostakoviç ve Rimski Korsakov,hayatlarının büyük bölümünü bu şehirde geçirmiş en güzel eserlerini yine burada vermişlerdir.
Puşkin, lise eğitimini burada almış, buradan sürgüne gönderilmiş, burada düelloda ölmüş ve burada gömülmüş. Dostoyevski "Suç ve Ceza"yı, Beyaz Geceleri bu şehirde yazmış. 200 yıl çarlara ev sahipliği, Rusya İmparatorluğuna başkentlik yapmış.
1917'de Lenin Ekim devrimini burada başlatmış, Rusya yeni bir çağa adım atmış.
II. Dünya Savaşı'nda Leningrad Kuşatması'nda Hitler'in ordusuna karşı gösterdiği dirençle tarihe adını altın harflerle yazdırmış. Adına senfoni yazılmış, umudun ve direnişin sembolü olmuş.
25 Aralık 1991'de Sovyetler Birliği dağılınca, eski kimliğine kavuşmuş.Dostoyevski'nin"dünyanın en muhteşem şehri" dediği St.Petersburg, UNESCO'nun Dünya Kültürel Mirası listesinde yer almış. Beş milyon nüfuslu bu şehir, görülmeye değer.
St. Petersburg'u gezdikten sonra kültür ve sanata doydum desem yeridir. Bu küçük adalar üstüne kurulu şehir ihtişamıyla, kültürüyle sonsuza dek yaşamalı. Ama ne yazık ki, Venedik, Amsterdam'ı bekleyen son gibi önlem alınmazsa St. Petersburg da sular altında kalacakmış.
Rusya'da grubumuza rehberlik yapan, sorularıma bıkıp usanmadan cevaplar veren, kitaplarda bulamayacağım bilgileri edinmemi sağlayan ve tur sonunda kendimi Rusya hakkında küçük bir kitap yazabilecek donanıma sahip olduğumu hissettiren güzel insan Nura Mamedov'a çok teşekkürler...