27 Haziran 2013 Perşembe




İŞTE  HAYAT  BUDUR...
(Satranç ve Tavla' nın hikayesi)

Eskiden, imparatorlar, krallar ve yöneticiler sadece askeri güç ve başarılarıyla değil, zeka oyunlarıyla da birbirlerini sınarlarmış; kim daha zeki ya da kimin etrafındakiler daha zeki diye. İşte satranç ve tavlanın da güzel bir hikayesi var bu anlamda. Tavla deyip geçmeyin! Bence tavla bir tasarım harikası. Neden mi? Cevabı için okumanız gerek.


Hint İmparatoru "satranç" oyununu Pers İmparatoruna, yanında bir mektupla gönderip oyunu çözmesini ister. Mektuptaki mesajda:

PERS İMPARATORUNA;
Kim daha çok düşünüyor,
Kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi görüyorsa,
O kazanır.
İŞTE HAYAT BUDUR...

Pers İmparatoru da vezirine oyunu çözmesini ve başka bir oyun tasarlayarak cevap vermesini isteyince; başvezir " tavla" yı tasarlar ve cevabi mesajla Hint İmparatoruna gönderir.

HİNT İMPARATORUNA;
Kim daha çok düşünüyor,
Kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi görüyorsa,
O kazanır.
AMA BİRAZ DA ŞANSTIR.
İŞTE HAYAT BUDUR...


Çok düşünerek, iyi bilerek, ileriyi görerek sonunda kazanmak güzel de kendimize, hayata bir şans vermek gerek. Biraz değil, daha fazla! İşte hayat budur diyebilmek için.




21 Haziran 2013 Cuma





PRAG' DA BULUNAN ASTRONOMİK SAATİN KUKLALARI NE ANLATIYOR?
 



                                                                


                                                                                                      
                                                                                                    
Prag' da bulunan dünyaca ünlü Astronomik Saat Kulesi' nin dört kuklası bize ne anlatmak istiyor dersiniz? Yukarıdaki kuklalara bakıp, size neyi hatırlattığını, neleri çağrıştırdığını biraz düşünmek ister misiniz?

Kuklalar,  insanı; insanın hırslarını, zaaflarını, hayattan zevk alışını, hayata karşı isteksizliğini ve ölümü anlatıyor. İnsanı  dört küçük kuklayla özetlemiş Hunuş Usta.Bunu yaparken, Ferrarisini satmaya bile gerek duymamış! Bilgeliğinin ve ustalığının karşılığını gözlerine mil çekilmesiyle almış.  Kral bile olsa, insan kıskançlık ateşinden kurtulamıyor ve ustayı o ateşte yakabiliyor.

15.yy dan günümüze insanla ve insanın yaptıklarıyla ilgili değişen pek bir şey yok aslında. Hala hırslarının peşinden koşuyor, kibirleniyor, cimrilik ediyor, hayatın tüm zevklerini yaşıyor, hiç ölmeyecekmiş gibi. Bunları yaparken de ölüm aklının ucundan bile geçmiyor. Tıpkı, ölümü temsil eden iskelet kuklasının, kafasını aşağı yukarı sallayarak, ölümü hatırlatmasına rağmen diğer üç kuklanın o yana bakmamaları, iskeleti görmezden gelmeleri gibi...


Dip Not: Saat, Güneş' in, Ay' ın ve  Dünya' nın konumlarını gösterdiği için astronomik bir saattir.
Elindeki aynayla kendine bakan kukla; " kendini beğenmişliği, kibri" ,
Elinde altın torbası tutan kukla; " cimriliği ve aç gözlülüğü" ,
İskelet kuklası; " yaşama karşı isteksizliği ve ölümü" ,
Elinde mandoline benzer müzik aleti tutan kukla; " eğlence ve sefahata düşkünlüğü" sembolize eder.
Saatin altında bulunan dört küçük kukla da bilimi, adaleti, astronomiyi ve eğitimi sembolize eder.


Görsel, forum.saatforumu.com adlı web sitesinden alınmıştır.


19 Haziran 2013 Çarşamba





  • GİTMEK Mİ  ZOR, KALMAK MI?
(DOĞU' DAN UZAKTA)


Doğu' yu en iyi anlatan yazar diye anılan, benim içinse, tüm kitaplarını keyifle okuduğum yazar olan  Amin Maalouf' un " Doğu' dan Uzakta" romanını okuyorum. 

Roman özetle; Gençliklerinin en güzel dönemlerini birlikte geçiren bir grup gencin ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra, farklı yerlere dağılmasını ve yıllar sonra ortak arkadaşlarından birinin cenazesi dolayısıyla tekrar ülkelerine dönmeleriyle başlayan 16 günlük süredeki yüzleşmeyi anlatıyor.

" Açıkça belirtilmese de Lübnan iç savaşının getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının yaşadığı kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlara dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren Doğu' dan Uzakta' da Maalouf yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğu' yu anlatıyor."

Yazar,insan ilişkilerini ve insanın ülkesine olan sadakatini ve ihanetini irdelerken " Vicdan yumağını çözmek de en az duygu ipliklerini çözmek kadar zordur." diyerek, hayat yolunda ilerlerken, sadece ihanet ile sadakat arasında tercih yapmak zorunda kalınsaydı işlerin kolaylaşacağını ama insanın çoğunlukla iki bağdaşmaz sadakat, veya -bu da aynı kapıya çıkar- iki ihanet arasında tercih yapmaya zorlandığını belirtir.Ve günü geldiğinde, olayların baskısıyla insanların kendi tercihlerini yapmak zorunda kalabileceklerine,  taraflar açısından bakıldığında ihanetin ve sadakatin  anlam bulacağına dikkat çeker.

Ülkesindeki iç savaştan kaçarak, kendi iradesiyle sürgün hayatını tercih eden( giden) baş kahramanın iç sesi, gitme gerekçelerini şöyle dile getirmektedir: " ...Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir - koca koca laflar etmeye meraklı siyasetçiler ne derse desin. ' Ülken senin için ne yapabilir diye sorma, sen ülken için ne yapabilirsin, onu düşün.' Milyardersen, üstelik kırküç yaşında ABD başkanı seçilmişsen bunu söylemek kolay! Ama ülkende ne çalışabiliyor, ne tedavi olabiliyor, ne barınabiliyor, ne eğitim alabiliyor, ne özgürce oy kullanabiliyor, ne görüşlerini ifade edebiliyor, ne de sokaklarda dilediğin gibi dolaşabiliyorsan, John F. Kennedy' nin bu meşhur sözü kaç para eder ki? Beş para etmez!
Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek. Orada tüm haklara sahip bir yurttaş olarak görüleceksin, baskıya, ayrımcılığa, hak etmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda, yoksa sen de onlara hiçbir şey borçlu olmazsın.
.......................
"

Ülkede kalmayı tercih edenler ise faziletli bir tevekkülle şunları söylüyorlar: " Bizim Doğu Akdeniz böyledir, değişmez, hizipler, iltimas, rüşvet, edepsiz bir nepotizm her zaman olacak, buna alışmaktan başka bir seçeneğimiz yok." Bütün bunları reddedenleri, kibirli olmakla hatta hoşgörüsüzlükle suçluyorlar.

Alışmaktan başka bir seçeneğimiz yok diyerek ülkede kalmak mı zor, yoksa başka bir ülkede sürgün olarak yaşamak üzere gitmek mi? Gidenler, geri döndüklerinde umduklarını bulabilecekler mi, yoksa hayal kırıklığına mı uğrayacaklar? Bunu öğrenmek istiyorsanız,  gidenlerin ve kalanların öyküsünü merak ediyorsanız  romanı okumanız gerekecek...


" Dip Not: Tırnak içine alınan bölümler Amin Maalouf' un " Doğu' dan Uzakta" romanından aynen alınmıştır.



17 Haziran 2013 Pazartesi




İLETİŞİM



" En uzak mesafe ne

Afrika' dır

Ne Çin, ne Hindistan,

Ne seyyareler,

Ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...

En uzak mesafe;

İki kafa arasındaki mesafedir

Birbirini anlamayan..."

Can Yücel


Sağlıklı iletişimin koşulları; anlatma, anlama ve anlaşmadır. Duygu ve düşüncelerimizi başka insanlara anlatmanın, aktarmanın çeşitli yolları vardır. Kimisi yüz yüze konuşarak iletişim kurar, kimisi beden diliyle, kimisi de televizyon, telefon, internet ve sosyal paylaşım siteleriyle.

Sanayileşme kültürünün, yavaş yavaş yaşamımıza egemen olması ve buna bağlı olarak gelişen son teknolojileri kullanma zorunluluğu iş yaşamını olduğu kadar özel yaşamı da etkilemektedir.  Artık,internet ve sosyal paylaşım siteleri iletişimin vazgeçilmezleri arasındaki yerini almıştır. İnsanlar duygu ve düşüncelerini herhangi bir baskı hissetmeden, özgürce internet ortamında dile getirebilmektedirler. Gerçek yaşamda bulamadıkları düşünce özgürlüğü ortamını sanal dünyada bulmakta; dünyanın diğer ucundaki kişilerle hızlı ve kolay iletişime geçebilmenin keyfini çıkarmaktadırlar. Önemli olan iletişim kurabilmektir çünkü insan olarak buna mecburuz. Kendini anlatamıyorsan veya anlattığında karşındaki seni anlamıyorsa, anlamamakta direniyorsa nasıl anlaşma sağlanabilir? Anlaşmanın sağlanamadığı yerde çatışma olur, kaos ortamı oluşur. Böyle bir şeyi kimse istemez. Öyleyse sağlıklı ve doğru iletişim kurabilmek için çatışma dili olan "sen dili" nden kaçınıp, iletişim dili olan " ben dili" ni kullanmalıyız ki, iki kafa arasındaki mesafeyi kısaltalım ya da mesafeyi ortadan kaldıralım.Bu günlerde güzel ülkemin insanlarının bu mesafeyi kısaltmaya,daraltmaya çok ihtiyacı var...







8 Haziran 2013 Cumartesi




DÜŞÜNCELER HER ORTAMDA HAYAT BULUR


" Ne kadar özgür yaşadığımız, hem siyasi sistemimize hem de bu sistemin özgürlüklerini

 savunma konusunda tetikte olmamıza bağlıdır. Ne kadar uzun süre yaşayacağımız, hem

genlerimize hem de sağlık hizmetlerimizin kalitesine bağlıdır. Ne kadar iyi yaşadığımız, yani

ne kadar düşünceli, ne kadar soylu, ne kadar erdemli, ne kadar neşeyle yaşadığımız hem 

felsefemize, hem de bu felsefeyi başka her şeye uygulama şeklimize bağlıdır. İrdelenmiş bir 

hayat, daha iyi bir hayattır ve erişebileceğiniz mesafededir. Platon' u deneyin, Prozac' ı değil!"


Özgürlükleri savunma konusunda tetikte olup, iyi yaşamak için felsefelerini başta çevreyi, yeşili korumaya yönelik olmak üzere her şeye uygulayan düşünen beyinler düşünmeye devam ettikleri sürece korkmaya gerek yok!  Düşüncenin, isteğin ve iradenin  olmadığı yerde özgürlüğün olmayacağını; fakat özgürlüğün olmadığı yerde düşünce, istek ve iradenin söz konusu olabileceğini söyleyen John Locke, düşüncelerin her ortamda hayat bulabilleceğini anlatmak istememiş midir? Düşünmekten, soru sormaktan,  irdelemekten vaz geçmeyin. Unutmamak gerekir ki, öğrenme, soru sormakla başlar. Soru sormak ise merak gerektirir. Merak edin, sorun, sorgulayın ki, daha iyi bir hayatınız olsun.


Dip Not: Tırnak içindeki bölüm, Lou Marinoff' un " Prozac' ı Bırak, Platon' a Bak - Felsefe Terapisi" adlı kitabından alınmıştır.



4 Haziran 2013 Salı






GEZİ  PARKI


İstanbul Taksim' de bulunan Gezi Parkı' nın yeni projeye göre düzenlenmek istenmesi ve düzenleme çerçevesinde ağaçların ve yeşilin yok edilerek yapılaşmaya açılmasına karşı, doğasever ve çevrecilerin başlattığı eylem sürüyor. Bir doğasever ve doğa sporları yapan biri olarak bu duruma sessiz kalmam mümkün değil elbette. " İnsan, eğer insan kalacaksa, taraf tutmak zorundadır..." diyen Graham Green' e katılarak ve bir insan olarak doğadan ve çevreden yana taraf olduğumu belirtmeliyim. Hele de yarın, 5 Haziran' ın" Dünya Çevre Günü" olarak kutlanması gerekirken çevreci ve doğaseverlerin üstüne biber gazlarının boca edilmesi kabul edilebilir değildir. (Birleşmiş Milletler, İsveç' in Stokholm Kentinde 1972 yılında aldığı bir kararla "5 Haziran Gününü "Dünya Çevre Günü" olarak ilan etmiştir.)

Küresel ısınmanın etkisiyle oluşan iklim değişikliğini önlemeyi ve dünyayı olası bir felaketten kurtarmayı hedefleyen Kyoto Anlaşması(sözleşme) 84 ülke tarafından imzalanmış, 34 ülke de anlaşmayı onaylamıştır.Bu anlaşma, gelişmiş ülkelerin sera etkisi yaratan gazların salınımını 2008-2012 yılları arasında % 5.2 düşürmelerini öngörmektedir. Sera gazları, ısıyı dünyanın atmosferine hapseden gazlara verilen isimdir. En zararlı sera gazı karbondioksit olup, metan ve nitrus oksid gazları da sera gazları olarak bilinmektedir. Küresel ısınmaya neden olan bu gazların salınımlarını düşürmek için ne yapılabilir? Tabii, bu gazları az kullanmanın dışında. Tahmin edeceğiniz üzere cevap; ağaç dikmek ve yetiştirmektir. Ve bu nedenle coğrafyası uygun olan ülkelerin, karbondioksit gazını "emen" ağaçlardan bol miktarda yetiştirmesi gerekiyor!  Yani, ağaçları kesmek, yok etmek değil, yetiştirmektir marifet olan.

"Bir ağaç için bu kadar yaygara koparılıyor" diye söylenenler, yerkürenin sıcaklığının altı derece arttığında nasıl bir çevresel felaketle karşı karşıya kalınacağını biliyorlar mı acaba? Bu felaketlerin öngörüsüyle harekete geçen çevreci aktivistler yoğun biber gazına maruz kalıyor, tazyikli suyla darp ediliyorlar. Bütün bunlara katlanıyorlar, çünkü bu dünyanın yalnız kendilerine ait olmadığını, gelecek nesillerden ödünç aldıklarını biliyorlar.

Adı üstünde "Gezi Parkı". Yani, yürüyüş yapılan, dolaşılan, hava alınan  yer. Tüm bunları yapabilmek ve kentin stresinden biraz olsun uzaklaşmak için yeşile, ağaçlara, ağaçlarda tüneyen kuşların sesine ihtiyaç duyuyor insanlar. Bu insanları, tüm bu güzellikleri yaşamaktan mahrum bırakmaya hakkınız var mı?


5 Haziran günü " Yeşil Barış Anlaşması" nın imzalanabileceği umudunu taşırken, çok bilinen bir Kızılderili Atasözüyle yazımı noktalıyorum:

" Son ağaç kesildikten sonra,
   Son nehir kirlendikten sonra,
   Son balık tutulduktan sonra
   Anlayacaksınız; paranın yenmediğini."

Geç kalmayız umarım...



Dip Not: Yeni Silah Kanun Tasarısıyla ilgili olarak Meclis İnsan Hakları Komisyonu' nun taslağına göre, biber gazı ilk kez "silah" olarak tanımlandı. ( Haber 365 Gündem 04. 06. 2013)

A.B.D' de yaşayan Türk Prof.' un, telefonla katıldığı bir TV kanalında;" biber gazının ne gibi zararlarının  ve yan etkilerinin olduğunu" soran sunucuya verdiği cevap manidardır: "Masum olduğunu söylemek, zararlı olduğunu söylemekten daha zor."







BENDEN  SELAM  OLSUN  BOLU  BEYİ' NE

(KÖROĞLU DAĞI)



İnsan, yaşamında bir kez olsun zirvede olmanın hazzını yaşamalı diye düşünüyorum. Tabii ki, dağların zirvesinden söz ediyorum. Yoksa, özel yaşamında, iş yaşamında  bu hazzı yaşayanlar mutlaka olmuştur. Ben de,  ilk zirve deneyimimi yaşamak için Köroğlu Dağı' na çıkacak olan Dağcılık Kulübüne baş vurduğumda heyecanlıydım; zirveye çıkabilecek miydim, çıktığımda neler hissedecektim ve en önemlisi hava koşulları zirve için müsait olacak mıydı?

2 Haziran' da, günlük güneşlik bir havada sabah erkenden  Bolu' ya doğru yola koyulduk. Bolu' nun Kıbrısçık ilçesini geçtikten sonra, tırmanışa başlayacağımız dere yatağına indik. Köroğlu Tepesi' ni henüz uzaktan görüyorduk. Parkurun belli bir seviyeye kadar olan kısmını ormanda; çamların  arasında, dökülmüş kozalaklar ve kahverengi iğne yapraklarından oluşan kaygan bir zeminde tırmandık. Sonra irili ufaklı kayaların oluşturduğu zeminde tırmanış devam etti. Bu arada, hava muhalefet etmeye başladı; tırmanış başladığında hafif çiseleyen yağmur, yükselti arttıkça şiddetini artırıyordu. Böyle devam ederse zirve yapmak imkansız gibi gözüküyordu, dağın özelliğinden dolayı. Şanslıydık, şiddetli rüzgar ve yağmura rağmen zirve yapabildik: 2499 metre yükseklikte Köroğlu Tepesindeydik. Zirvede kendimi bir kartal gibi güçlü ve özgür  hissettim, sınırlarımı zorlamanın getirdiği özgüvenle artık, her güçlüğü aşabilirdim. Tepeden aşağıya bakarken korksam da,  kollarımı iki yana açarak kartal gibi süzülmeyi hayal ettim ve Köroğlu' nun şu dizelerini  geçirdim aklımdan: " Benden  selam olsun Bolu Beyi' ne. Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır." Hayalim kısa sürdü, zirvede fazla kalamadık. Çünkü, rüzgar şiddetlendi ve yağmur doluya dönüştü. Ani olarak düşen hava sıcaklığı nedeniyle sanki kış geri gelmiş gibiydi; ellerim, yüzüm adeta buz kesti. Öyleki, zirvenin altında rüzgara açık bir şekilde otururken ve yağmurla karışık dolu keskin bir bıçak gibi yüzüme çarparken sandiviçimi çantamdan zor çıkarabildim. Rüzgar çıldırmışçasına estiği için neye el atsam uçuyordu. Benim için unutulmayacak bir öğlen yemeği oldu. Mola kısa sürdü ve inişe geçtik. İnişler daha yorucu ve zor olsa da beni fazla yormadı. Orta derecenin üstü zorlukta olan bir parkurdan inişi gerçekleştirdik.  Gördüğüm şelalenin sesi ve güzelliği tüm yorgunluğumu unutturdu. İlk zirvem, güzel bir deneyim ve anı oldu benim için.

 Oldum olası efsanesi,destanı olan dağları severim. Bu dağların yaşadığına inanırım ve efsaneleri kulaktan kulağa aktarıldıkça yaşayacaklarına. Onlar, efsanelerin canlı tanıklarıdır bana göre. İşte bu nedenledir ki, ilk zirvemi Köroğlu Dağı' nda yapmak istedim.Köroğlu kavganın, özgürlüğün sembolüdür halk arasında. Halk O' nu sever. Çünkü zalim Bolu Beyi' ne baş kaldırmıştır. Baş kaldırı sebebi  babasının intikamını almak için önce kişisel olsa da, daha sonra zenginden alıp fakire dağıttığı için toplumsal ve siyasal bir boyuta dönüşmüştür. Ruşen Ali' yi Köroğlu olarak ünlendiren de sanırım bu dönüşüm olmuştur. Öyleki, efsane 16. yy' dan günümüze, taşıdığı mitolojik unsurlarla birlikte ulaşmış ve dağlar var olduğu sürece de yeni nesillere ulaşmaya devam edecektir.


İlgilenenler için: Köroğlu Dağları İç Batı Karadeniz' deki sıradağlardır. İç Anadolu Bölgesini, Karadeniz Bölgesine bağlayan bu sıradağların en yüksek noktası Aladağ kütlesi üzerindeki Köroğlu Tepesi(2499 m) ' dir.

Köroğlu Destanı, kahramanı Ruşen Ali' nin ve babası Koca(seyis) Yusuf' un Bolu Beyi ile mücadelelerini ele alır. Kahramanı 16. yy' da yaşamış Halk Ozanı Köroğlu' dur ( Ruşen Ali). Bu destan Yaşar Kemal' in "Üç Anadolu Efsanesi" kitabında anlatılmaktadır.

Köroğlu' nun atı " Kırat" da ünlüdür.