3 Mayıs 2024 Cuma

 


MEZOPOTAMYA'NIN (BEREKETLİ HİLAL) İNCİLERİ (3)

 Deyrulzafaran Manastırı, Midyat, Tur Abdin Bölgesi, Abbara, Beyazsu


"Mardin bir kere hayatınıza girdi mi, kader gibi takip eder sizi" demiş Murathan Mungan. Mardin'i gördükten sonra bu sözün gerçekliğine inandım. Çünkü, Mardin'de gezip görmek istediğim yerler vardı, eksik kaldı. Mardin ve çevresi için ayrılan bir gün Mardin gibi medeniyetlerin beşiği olan kent için yeterli değildi. Sadece Mardin ve çevresini doya doya gezmek için tekrar gitmek istemem belki de bundandır.

1083 metre yükseklikteki Mazı Dağı'nın eteklerine kurulmuş farklı etnik ve dini grupların binlerce yıldır kardeşçesine yaşadığı Mardin, labirenti andıran dar sokakları, abbara adı verilen geçitleriyle gezilip görülesi bir kent. Hele gece Mardin'i ışıklar altında izlerken o meşhur sözü anmamak olmaz; "Mardin için gündüz seyranlık, gece gerdanlık" demişler ya, az bile demişler...

Urfa-Mardin arası yaklaşık üç saat sürdü ve bu süre içinde yolun her bir tarafının badem ve zeytin ağaçlarıyla dolu olduğunu gördüm. Mardin'in badem şekerleri çok ünlüymüş. Bildiğiniz badem şekerlerini unutun. Çünkü Mardin'in badem şekerleri mavi renkli. Yendiğinde dilde mavi bir iz bırakıyor. Mavi rengi neyin verdiğini sordum. Lahor ağacının köklerinden elde edildiğini söylediler. Zamanla renginin açılması ve az şekerli olması nedeniyle yöre halkı tarafından "hayalet badem" olarak adlandırılıyormuş. Son zamanlarda değişik tatlandırmalarla da badem şekeri üretilmeye başlanmış. Tanıtımı iyi yapılırsa, Datça bademi ile rekabet edebilir.

Yabani fıstık ağacının (menengiç) yağından yapılan bıttım sabunu burada çok miktarda kullanılmakta ve satılmaktadır. Saç dökülmesi, saçlardaki kepeği önleme, egzema, mantar, ciltteki ölü hücreleri temizleme, kaşıntı gibi saç ve cilt hastalıklarını iyileştirdiği söylenmektedir. Tabii burada yapıldığı gibi en doğal haliyle satılırsa. Bıttım sabunu yörede "Botan sabunu" olarak da bilinmektedir.

Deyrulzafaran Manastırı (Safran Manastırı)

Deyrulzafaran adı, manastırın inşasında harcına çevrede bulunan safran çiçeklerinin katılmasından dolayı verilmiş. Manastırın taşlarına sarı rengini veren de bu safran çiçekleriymiş. Manastıra girmeden önce çevresinde safran çiçeklerini aradım ama bir tane bile göremedim. Üstelik Nisan ayı ve tam mevsimi olmasına rağmen. Ya yüzyıllardır burada yetişen safran çiçekleri yok olmuş, ya da ben göremedim.

Mardin Ovası'na hakim bir noktada kurulan ve üç katlı olan manastır, 5. yüzyıldan başlayarak farklı zamanlarda yapılan ek binalarla bugünkü haline 18. yüzyılda kavuşmuştur. Manastırın altında yaklaşık 4500 yıllık olduğu tahmin edilen bir güneş tapınağı vardır. Yapı, Romalılar tarafından kale olarak kullanılmış. Romalılar bölgeden çekilince  de Aziz Şleymun, bazı azizlerin kemiklerini buraya getirterek kaleyi manastıra çevirmiş. Bu nedenle manastır önceleri Mor (Aziz) Şleymun Manastırı olarak anılmış. 793 yılında büyük bir tadilat geçiren manastır, o zamanki Mardin Metropolitinin adıyla Mor Hananyo Manastırı olarak bilinmiş. 15. yüzyıldan sonra da adı, çevresinde yetişen zafaran (safran) çiçeğinden dolayı Deyrulzafaran olmuş.

Manastır içerisinde Süryani patriklerinin mezarları da bulunuyor. En son 1960'lı yıllarda gömü işlemi yapılmış, yapılmaya da devam edilecekmiş. Deyrulzafaran Manastırı, hem Süryaniler hem de Hristiyanlar için hala önemli bir dini merkez. Rehberimizin anlattığına göre, manastır ve çevresi toprağıyla, yönetimiyle özerk bir yer. Manastıra giriş ücreti 100 TL idi. 

Süryaniler Hristiyanlığı kabul eden ilk insanlarmış. Yani bilinenin aksine Süryanilik bir din değil, bir ırk. Süryani kelimesi Asurcadan türemiş ve Asurlular anlamına geliyormuş. Süryaniler, kökeni Ortadoğu'nun kadim halklarından olan Aramilere dayanan bir Sami ırkıymış. Din olarak Hristiyanlığı kabul etmişler.

Bölgeye ilk matbaayı getiren kişi bu manastırda Patriklik yapan ve 1895'te vefat eden 4. Petrus'muş.  İngiltere'ye yaptığı ziyaret sırasında satın aldığı matbaayı 1876 yılında manastıra getirtmiş. Matbaada 1969 yılına kadar başta Süryanice olmak üzere Arapça ve Türkçe kitaplar basılmış. Matbaadan geriye kalan parçalardan bir kısmı manastırda sergilenmektedir. 

Deyrulzafaran Manastırı'nı gezdikten sonra, Midyat'a doğru yola koyulduk.

















Süryanilerin Başkenti Midyat

Mardin-Midyat yolu üstünde Nusaybin'den geçerken ülkemizin sıfır noktasından geçtik. Karayolu boyunca uzanan üç metre boyunda siyah tel örgülerinin hemen ardında Suriye'nin Kamışlı ilçesine bağlı Amude kasabasının evlerini görmek benim için şaşırtıcıydı. Çünkü sınırın bu kadar yakın (yaklaşık 500 metre) olduğunu düşünmemiştim.

Midyat adı ile ilgili farklı görüşler var. Bir görüşe göre Midyat adı, ayna anlamına gelen Süryanice bir kelime. Bir diğer görüşe göre ise mağaralar şehri anlamına gelen Matiate kelimesinden türemiş. Matiate adı, Asur tabletlerinde M.Ö 9. yüzyılda geçiyormuş. Matiate (Mağara Kenti/Vatanım) anlamına, Tur Abdin (Kulların Dağı)  İbadet edenlerin dağı anlamına gelmekteymiş. 

Konaklarıyla ve altın/gümüş telkari işçiliğiyle ünlü Midyat'a vardık. Taş konaklarla çevrili kuyumcular çarşısının iki tarafı gümüşçülerle ve Süryani Şarabı satan dükkanlarla çevriliydi. Kuyumcular çarşısındaki vitrinleri süsleyen gümüş telkari takılar binlerce yıldır devam eden bir geleneğin ürünleri ve de uygun fiyata satılıyorlar. Telkari, gümüş ipliklerle elde yapılan bir sanat ve ince işçilik gerektiriyor.

Midyat'ı ziyaret eden turistlerin ilk durağı, Sıla dizisinin çekilmesinden sonra ünlenen taş işçiliğinin güzel bir örneği olan konuk evini ziyaret etmekmiş. Terasında, bereketli Mezopotamya ovasını izlemek ve fotoğraf çektirmek isteyenler küçük bir ücret ödemek durumundalar. O kadar yorgundum ki, konuk evinin merdivenlerini tırmanmak yerine hemen altında bulunan Atatürk heykelinin yanında fotoğraf çekindim. Fotoğrafta arka fonda taş konak görülüyor. Yorgunluğumu atmak için Estel Han'ın avlusunda oturup bir fincan kahve içtim. Sonrasında içinde sergiler bulunan mağaraları gezdim. İlkçağlara kadar uzanan tarihi ile Estel Han, mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. Gruptakiler, kısıtlı zamanı alışverişle geçirirken tek başıma gezindip durdum. Midyat mağaralarını da bu gezintimde gördüm ve gezdim. Ve akşam Midyat'ta gün batımına tanıklık ettim.










Abbaralar

Akşamüstü abbara adı verilen tünellerden geçmek keyifliydi. İlçede tarihi sokaklarda altta geçit bırakılarak yapılan taş evlerin altındaki tünellere Mardin'de abbara, Urfa'da ise kabaltı deniyor. Midyat'ın kademeli kuruluşu gibi abbaralar da kademeli olarak inşa edilmiş. Abbaralar şehrin en önemli ve sıra dışı yapıları arasında bulunmakta. Abbaraların tarihi kentin kuruluşuna kadar uzanıyor. Bölgeye hakim olan Artuklular ve Osmanlıların da bu yapılarda harcı var. Abbaralar geçiş yolu ve güvenlik için yapılmış. Ayrıca kışın soğuktan yazın da sıcaktan korunuyormuş insanlar. Teraslama usulü ile inşa edilen abbaraları kullanarak şehrin bir ucundan diğer ucuna gidilebiliyormuş. Her bir abbaranın 3-5 metre aşağısında bir başka abbara bulunuyormuş. Uzunlukları ise 5 ile 25 metre arasında değişiyormuş. Taş evin ya da konağın sahibi, evinin altını kamuya açtığını, yani abbaraya izin verdiğini bildiriyormuş. O zaman abbara inşa ediliyormuş.





Süryaniler

"Süryaniler, anavatanları Mezopotamya olan bir halktır. Kimileri Süryanileri Arami olarak da adlandırıyor. Efsanelere göre bu halkın kökleri Nuh Peygamber'in oğlu Sam'a kadar uzanıyormuş. Büyük tufandan sonra Nuh Peygamber dünyayı üç oğlu arasında bölüştürmüş. Oğullardan Sam'a da Süryanilerin bugün oturdukları bölge de içinde olmak üzere büyük bir kara parçası vermiş. Sam da bu toprakların bir bölümünü oğlu Aram'a bırakmış. Kendilerine Arami demelerinin nedeni bu. Aramilerin dini paganlıkmış. Ancak Hz. İsa'nın havarilerinden Aziz Petrus'un çabalarıyla Aramilerin bir kısmı Hristiyanlığı seçince, kendilerini putperest Aramilerden ayırmak için Süryani adını kullanmaya başlamışlar. Kimi kaynaklar ise Süryani isminin kökenini, M.Ö 1400-1500 yılları arasında Antakya şehrini kuran, Arami kralı "Sürrüs"e dayandırıyor. Süryaniler, başta Mardin olmak üzere Diyarbakır, Elazığ, Urfa, Adıyaman, Malatya, Gaziantep, Kahramanmaraş, Adana gibi şehirlerde yaşamışlar. Antakya'dan yıllar önce göç etmişler. Şimdi Antakya'da neredeyse hiç Süryani yokmuş. Bugün Anadolu'da Süryanilerin yoğun olarak yaşamlarını sürdürdükleri tek yer Mardin ve civarı. Türkiye'de toplam on beş bin civarında Süryani kalmış. Bu insanların çoğu İstanbul'da yaşıyormuş." (Kaynak: Ahmet Ümit, KAVİM -ÖLDÜRMEYECEKSİN-, Yapı Kredi Yayınları, 4. Baskı, s: 138).

Tur Abdin Bölgesi

Midyat, kireçtaşından oluşmuş bir plato olan Tur Abdin bölgesinin merkezinde yer almaktadır. Hristiyanlığın erken dönemlerinden itibaren manastır mimarisinin erken örneklerini sunan Tur Abdin bölgesi, tarih boyunca Süryani Ortodoks cemaati ile ilişkilendirilebilen yeni ve kendine özgü bir mimari tarzın ortaya çıkmasına tanıklık etmiştir. Tur Abdin bölgesinde yaklaşık 70 manastırın yer aldığı eşsiz bir kültürel miras arasından adaylık için beş manastır ve dört kilise seçilmiştir. Bu beş manastırdan biri olan ve dünya üzerindeki ilk Süryani manastırı olması nedeniyle Süryanilerin kadim merkezi kabul edilen Mor Gabriel Manastırı, günümüzde hala aktif olarak kullanılan bir manastır. Üzülerek belirtiyorum ki zaman darlığından bu özel manastırı gezemedik. Sadece Mor Ahisnoya Kilisesi'ni uzaktan fotoğraflayabildim. 6-8. yüzyıllara tarihlenen bu yapıların çevresi teraslı üzüm bağları, zeytin ve badem ağaçları ile büyüleyici bir manzara oluşturmaktaydı. Midyat Çevresindeki (Tur Abdin) Geç Antik ve Ortaçağ Kilise-Manastırları UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne girmiştir. 



Beyazsu/Midyat

Midyat-Nusaybin yolu üstünde bulunan Beyazsu, gerçekten kar gibi beyaz akan suyu ile adıyla müsemma. Midyat platosundan ayrıldıktan 20 kilometre sonra, adeta çölde bir vaha gibi karşımıza çıkan Beyazsu vadisi yeşilliği, berrak akan suyu ile  yaz aylarında sıcaktan bunalan Mardinlilerin uğrak yerlerinden biriymiş. Burada Beyazsu'da avlanan balıkları, ziyaretçilerine sunan balık lokantaları varmış. İnip bu cennet köşesinde balık yemek vardı ama, program değişikliği nedeniyle, yol boyunca otobüs camından izleyebildim ancak. Güzel geçen GAP turunun, Mardin ve Midyat ayağıyla eksik kaldığını düşünüyorum. 


Not: Fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz!


28 Nisan 2024 Pazar

 



MEZOPOTAMYA'NIN (BEREKETLİ HİLAL) İNCİLERİ

(2)

GAP Turunun İkinci Günü: Göbeklitepe, Harran Ulu Cami, Harran Kümbet Evleri, Harran Kültür Evi, Balıklı Göl (Abraham Lake), Kızılkoyun Nekropolü




Sabah erken saatte otelde yaptığımız kahvaltıdan sonra Harran'a doğru yola koyulduk. Harran Ulu Cami'ye vardığımızda, 4 bin yıllık tarihe baktığımı hatırlattım kendime. Buradan nice kervanlar geçmiş, nice kültürler yaşamış; bu kültürlerden  kimisi tarihin derinliklerine karışarak yok olmuş, kimisi de inatla ve ısrarla kuşaktan kuşağa aktarılarak bugüne dek gelmiş. Burada antik kültürün temsilcileri Sabiiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar Harran'da büyük bir uyum içinde birlikte yaşamışlar. Bu birlik ve beraberlik sayesinde buradaki okullardan dünyaca ünlü alimler yetiştirmişler. 

Dünyanın İlk Üniversitesi (Harran Ulu Cami)

Tarihi belgelere ve arkeolojik buluntulara göre Harran'ın tarihi 4 bin yıla dayanmaktadır. Harran adı Sümerce ve Akatça "Seyahat-Kervan" anlamına gelen "Harran-u"dan gelmektedir. Diğer bir görüşe göre de "Kesişen Yollar" anlamındadır, ki ticaret yollarının bu topraklardan geçtiği düşünüldüğünde her iki ismin de çok anlamlı olduğu düşünülebilir.

Tevrat'ta "Haran" olarak geçen yerin burası olduğu söylenir. İslam tarihçileri kentin kuruluşunu Nuh Peygamber'in torunlarından Kaynan'a veya İbrahim Peygamber'in kardeşi "Aran"a (Haran) bağlarlar. 

Harran, Kuzey Mezopotamya'yı batı ve kuzeybatıya bağlayan yolların kesiştiği döneminin önemli bir ticaret merkeziydi. Ticaret akışının binlerce yıl Harran üzerinden yapılmış olması bu tarihi kentte zengin bir kültür birikiminin oluşmasına neden olmuştur.

Harran; ay, güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı politeist inancına dayanan Paganistliğin önemli merkezlerinden biri olmasıyla da ünlüydü. Bu nedenledir ki Harran'da Astronomi ilmi çok ilerlemiştir. Dünyadaki üç büyük felsefe okulundan birisi "Harran Ekolü"dür. İlkçağdan beri varlığı bilinen Harran Üniversitesi'nde dünyaca ünlü birçok bilgin yetişmiştir. Yunan filozoflarının kitaplarını Arapçaya çeviren Sabit bin Kurra, Dünya ve Ay arasındaki uzaklığı doğru hesaplayan Battani, maddenin bölünebilen en küçük parçasının büyük bir enerji ile parçalanarak Bağdat gibi bir şehri yok edebileceğini söyleyen Cabir bin Hayyan bu okulda yetişmiştir.

Emevi Devleti'nin hükümdarlarından II. Mervan, 744 yılında Harran'ı Emevi Devleti'nin başkenti yapmıştır. Altı yıl Emevilere başkentlik yapan Harran, 750 yılında Emevilerin Abbasilere yenilmesi sonucunda başkentliği sona ermiştir. Ancak, Abbasi Hükümdarı Harun Reşit zamanında "Harran Üniversitesi" dünyada büyük bir ün kazanmıştır.

1260 yılı başlarında Moğol istilasına uğrayan Harran, Moğollar tarafından yakılıp yıkılmış. Moğollar Harran Camisini, surlarını, kalesini tahrip etmişler. Bundan sonra Osmanlı döneminde dahi, Harran eski parlak günlerine bir daha dönememiş. İşte aşağıdaki fotoğraflar, bir zamanlar ünlü olan Harran'dan günümüze kadar gelmiş olan buluntulara ait.
















Harran Kümbet Evleri Ve Harran Kültür Evi

Harran kümbet evleri, ören yerinden toplanan tuğlalarla 150-200 yıl önce inşa edilmiştir. Kare bir temel üzerine bindirme tekniğiyle yapılan bu evlerin harcında gül yağı, saman, pişmiş toprak ve yumurta akı kullanılmıştır. Mimari yapısı ve kullanılan malzemeler sayesinde yazın serin, kışın da sıcak olan bu konik evler bölgenin iklimine uygun olarak yapılmış. Evlerin konik biçimde yapılmasının iki nedeni varmış. Birincisi, evde yakılan tezek-odun karışımı ateş dumanının kolaylıkla tepedeki delikten dışarı çıkmasıymış. Konik biçim bir tür baca görevi görüyormuş. İkincisi ise, yağmur sularının birikmesini önlemekmiş. Evin yapımında gül yağı veya kokulu yağların kullanılma nedeni, eskiden hayvanlarla birlikte evi paylaştıkları için evin güzel kokmasını sağlamakmış. 

Bu kümbet/konik evlere dünyada üç yerde rastlanıyormuş; İtalya'nın Alberobello kasabasında, Peru'da ve de Harran'da. Evin sıcaklığını test etme şansı da yakaladım. Nisan ayında bile hava sıcaklığı oldukça yüksekti. Kültür evine girdiğimde ise üşüdüm diyebilirim. :)

Evlerin içeriden yüksekliği 5 metreye kadar uzanmakta ve yukarıya doğru daralan yapısıyla, en tepede bir aydınlatma deliği bulunmakta. Her yıl, içeriden ve dışarıdan balçıkla sıvanması sayesinde bu evler günümüze dek gelebilmişler.

Harran Kümbet Evler 1979 yılında arkeolojik ve kentsel sit alanı olarak tescil edilmiştir. Bu evlerden birisi, Harran Kültür Evi olarak düzenlenmiş ve evdeki yaşam alanları ücretsiz olarak ziyaretçilere açık. Dışarıdan küçük gözükse de içeride, ağanın odası, mutfak ve diğer odacıklar göründüğü kadar ufak olmadığının kanıtıydı. Kültür evinde yöreye ait giysileri giyinip fotoğraf çektirebilirsiniz. Evin avlusunda ise kahve-çay içeceğiniz yerler var. Burada bizlere "mırra" kahvesi ikram edildi ama ben tatmadım.














Tarihin Akışını Değiştiren Arkeolojik Kazı; Göbeklitepe

Şanlıurfa'ya uzaklığı yaklaşık 30 kilometre olan Göbeklitepe'ye vardığımızda otobüsümüz park etti ve bizleri park yerinden 800 metre uzaklıkta bulunan Göbeklitepe buluntularına minibüsler götürdü. Bayram nedeniyle aşırı kalabalık olduğu için minibüs sayısı yetersizdi ve uzun kuyruklarda beklemek zorunda kaldık. Hem gidiş hem de dönüşte aynı sıkıntıyı yaşadık. Bayramda minibüs sayısını artırmak zor olmasa gerekti. İlgililere duyurulur.

Çokça yazılıp çizildi. Malumunuz; Göbeklitepe ilk olarak Alman Arkeolog ve tarihçi Klaus Schmidt tarafından 1994 yılında resmi (resmi diyorum, 1963'te aynı yerde yüzey araştırması yapılarak, üstün körü bir keşif yapılmış) olarak keşfedildi ve "Neolitik Yerleşimi" olarak tanımlandı. 15 metre yüksekliğinde ve 300 metre çapa sahip arkeolojik bir alan olan Göbeklitepe'nin 12.000 yıl öncesine uzanan tarihi ile bir kült merkezi olduğu düşünülmektedir. Alan içinde 200 den fazla sütun 20 farklı daire oluşturacak şekilde inşa edilmiş. Kazı yerine ilk girişte rehberimiz "bir dilek tutmamızı" önerdi. Tapınak mı, barınak mı olduğu henüz kesinleşmemişse de bir dilek tuttum; 12 bin yıl öncesini hayal ederek.

Kazı yerine vardığımızda elips şeklinde ve üstü kapalı platformdan, yaklaşık 15 metre aşağıdaki buluntulara bakıp, rehberimizden bilgi aldık. Yüksekten baktığımız için kazı alanındaki taşlara işlenmiş vahşi hayvanların ve sembollerin fotoğraflarını çekmek zor oldu. Taşlar üstünde çok silik gözüküyorlardı çünkü. 45 ile 65 ton ağırlığında olan bu taşlar, kazı yerine üç kilometre uzaklıkta olan Örencik köyünden getirilen kireç taşlarıymış. Bu ağırlıkta ve beş metre yükseklikteki taşlar, neolitik dönemde, ne tür bir teknolojiyle ve nasıl Göbeklitepe'ye taşınabilmiş?  Aydınlatılması gereken konulardan biri bu. Kimi arkeologlara göre, bu anıtlar bir felaketle yok olmuş bir toplum tarafından yapılmış olabilirmiş. İyi de ilkel insanın yaşadığı neolitik (cilalı taş devri) dönemde avcı-toplayıcı olan bir topluluk, henüz yerleşime geçmemişken ve de tarım başlamışken, böylesine devasa anıtları neden yapmışlardı? Anlayacağınız üzere, Göbeklitepe sırlarını koruyor, henüz bu soruların cevapları yok, sadece tahminler var. Ama gerçek olan şu ki, Göbeklitepe'nin keşfinin, dünya tarihini değiştireceği, buradan daha eski buluntular keşfedilinceye kadar da tüm dünya tarafından "tarihin sıfır noktası" olarak kabul edileceği. Göbeklitepe'yi gördükten ve buluntularla ilgili yerinde bilgi aldıktan sonra, kendime şu soruyu sordum; "Bu anıtları inşa edenlere ilkel insanlar diyebilir miyiz, yoksa bu insanlardan 12.000 yıl sonra yaşayan ve anıtların sırlarını hala çözemeyen bizler mi ilkeliz?" Kendi soruma kendi cevabım şu oldu; "ilkel toplum” kavramının tanımı ve anlamı yeniden gözden geçirilmeli."



Platformdan aşağıdaki taşlara bakarken, rehberimiz "aşağıda ne görüyorsunuz?" diye sorduğunda, çocuklar gibi hep bir ağızdan "taşlar" cevabını verdik. Görünen sadece taşlardı ama o taşların arkasında görünmeyen, henüz tam olarak bilinmeyen(sırrı çözülmeyen) tarihin sıfır noktası vardı. Bizler de işte o görünmeyenin, bilinmeyenin merakı ile burada bulunuyorduk. Merakımızı gidermek üzere rehberimiz taşlardaki yabani hayvan çizimlerini (boğa, yaban domuzu, tilki, yılan, yaban ördeği ve akbaba en sık görülen motifler), sembolik olarak neden çizilmiş olabileceklerini üşenmeden, o mahşeri kalabalıkta sesi yettiğince anlattı. Kazı alanının D Bölümünde yer alan T şeklindeki taş sütunların soyut olarak insanı (el, kol, kemer gibi insan bedenine soyut çağrışımlar yapan çizimler) anlattığını söyleyen rehberimizin işaret ettiği taşlara çok dikkatlice bakmama rağmen, insana dair bir şey göremedim. Bu taş sütunlarında Neolitik Dönemde kullanılan sıva parçalarını görebildim ancak. İşte bu çok şaşırtıcıydı.

Sadece P56 adı verilen T şeklindeki bir sütun üstünde 55 hayvan figürü sayıldığına göre, hepsini burada anlatmam mümkün değil. Bu nedenle, ilgimi çeken ve de çok şaşırdığım bir figür üstünde duracağım. Bu figür Avustralya yerlileri olan Aborijinlerin de kullandığı bir sembol, ki neolitik dönemde aralarında on binlerce kilometre uzaklık bulunan bu iki yerleşim biriminde aynı sembol nasıl ve ne için kullanılmış? Aborijinler mi buraya gelmişler, yoksa buradaki anıtları inşa eden topluluk mu Avustralya'ya gitmiş? Bu sorunun cevabını rehberimizden değil, internetten yaptığım araştırmaya göre vereceğim. Ama baştan belirteyim araştırma sonucu beni tatmin etmedi. Çünkü araştırmacı ve yazar Bruce Fenton, Göbeklitepe'nin Avustralya Aborijinleri tarafından inşa edildiği teorisini öne sürüyor.

Bruce Fenton'a ait olan bu görselde, solda: Türkiye Göbeklitepe'deki bir sütuna, gizemli bir eski kültür tarafından oyulmuş bir sembol. Sağda: Göğsünde aynı sembol olan bir Avustralyalı Aborijin büyücü doktor.


"Fenton, kültürlerarası araştırmasını Göbeklitepe ve kuzey Avustralya'daki Arnhem Land bölgesi üzerinde yoğunlaştırdı. Birçok ortak sembol ve motif buldu. Örneğin yukarıdaki fotoğraf, Göbeklitepe'deki bir sütun üzerindeki bir sembolle, bir Avustralyalı Aborijin yaşlı adamın göğsünde boyanmış halde aynı sembolü göstermektedir. Bu simge Aborijinler tarafından, birbirine bir şeyler anlatmak için oturmakta olan iki kişiyi tasvir etmek amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca Fenton; kutsal olduğunu söylediği Aborijin churinga taşlarını, Göbeklitepe'de buldu. " (*)

Bruce Fenton'un teorisi böyle. Anlayamadığım teorinin neden tam tersi şekilde olmadığı. Yani, Göbeklitepe'yi inşa edenlerin neden Avustralya'ya gittikleri düşünülmüyor da, Aborijinlerin Göbeklitepe'ye geldikleri ve bu anıtları inşa ettikleri düşünülüyor? Bunun cevabı yok. Öyleyse benim de bu teori ispat edilinceye dek doğru olmadığını düşünmem gayet doğal değil mi? Yok öyle Göbeklitepe'yi Aborijinlere kaptırmak. Bizler, medeniyetin doğduğu topraklarda yaşayan, avcı-toplayıcılıktan tarım toplumuna geçen yerleşimcilerin, ilk toplu yerleşim birimlerini kuran, ilk buğdayı yetiştiren, yabani hayvanları evcilleştiren, tarihin sıfır noktasında hayat bulmuş, kadim bir kültürün mirasçılarıyız. Bunu asla unutmamalı ve Anadolu tarihine sahip çıkmalıyız...















Minik bir not eklemeliyim. Göbeklitepe'yi ziyaret ettiğimi bilen yakınlarım, döndüğümde bana şu soruyu sordular: "Göbeklitepe'nin frekansı çok güçlü diyorlar. Hatta buranın farklı bir evrene açılan "portal" olduğu söyleniyor. Doğru mu? Frekansı hissettin mi?" "Hayır hissetmedim, portal-mortal olduğunu da düşünmüyorum. Burada astroarkeolojilik bir durum yok yani. Olsa hissetmem gerekirdi. Sırf dinsel konulara bağlayarak burasının tapınak olduğunu söylemek şimdilik sorunlu gibi gözüküyor. Çünkü uzmanlar, tapınak mı, barınak mı olduğunu tartışıyorlar, aralarında fikir birliği henüz mevcut değil. Anlayacağınız, Göbeklitepe'ye ait buluntular hikayeleştirilerek ticarileştirilmiş durumda. Maksat, kitabım çok satsın, filmim izlensin, gişe rekoru kırsın" diye.




Göbeklitepe'nin sembollerinden biri hemen yanında bulunan "dilek ağacı" da denilen dut ağacıdır. Göbeklitepe'nin keşfinden önce burada bulunan dardağan ağacı "ziyaret" olarak bilinir, çevre köylerden şifa arayanlar ağaca bez bağlarlarmış. İlkbaharda buraya gelip kurban keserlermiş. Şimdi dardağan ağacı yok, onun yerinde dut ağacı var. Kurban kesiminden vaz geçilmiş ama hala buraya gelip hastalıklarına şifa arayanlar, evlenmek ya da çocuk sahibi olmak isteyenler dut ağacına bez bağlamaya devam ediyorlarmış. Dut ağacının altında iki mezar bulunuyormuş. Mezarlar açıldığında, birinde doğum yaparken ölmüş bir kadının iskeleti bulunmuş, ki buranın çok eski tarihlerden bu yana neden ziyaret edildiğini de açıklıyor sanırım. 

Göbeklitepe'de hava sertleşip rüzgar esmeye başlayınca, gruptan ayrılıp dilek ağacının yanına gittim. Çevresinde birkaç genç vardı. Birinden fotoğrafımı çekmesini rica ettim. Ağaca sevgiyle sarıldığımı gören gençler, nedenini sordular. Ben de, hikayesini bilmiyor musunuz? dedim. Hayır cevabını alınca, rehberimizden duyduğum bilgileri aktardım, çok sevindiler. Benden sonra, sırayla ağaca sarılıp boy boy poz verdiler. Ben de onları gülümseyerek izledim. Dilek ağacının yanında böyle güzel bir anım oldu. Gençlerle vedalaşıp girişe doğru tek başıma yürürken, mucize gibi bir şey oldu: Zeytin ağacını izlerken, aniden altında iki siyah yabani tavşan belirdi. Sanki bizi de fotoğrafla der gibiydiler. Çok şaşırmıştım, çünkü siyah tavşan ilk kez görüyordum. Ve zıplayıp uzaklaşmalarından önce bir poz çekebildim. Girişte toplandığımızda, gruptakilere sordum; tavşanları benden başka gören olmamıştı. Sanırım, Göbeklitepe'nin bana güzel bir sürprizi de bu oldu...:)





Sonuç olarak; Göbeklitepe ile ilgili bilinmeyen çok fazla soru işaretleri var. Örneğin; bulunan taş sütunlardaki çizimlerin ne anlama geldiği çözülebilmiş değil; sadece uzmanlar tahmin yürütebiliyorlar. Neolitik Çağ'da avcı-toplayıcı toplulukların böylesi bir yapıyı inşa edecek bir şekilde nasıl organize olmayı başardığı tam olarak bilinmiyor. Bu bağlamda, Göbeklitepe'nin insanlık tarihine en büyük etkisi, avcı-toplayıcı topluluklara yönelik fikirlerimizi köklü bir şekilde değiştiriyor olmasıdır. İlkel topluluklar diye adlandırdığımız avcı-toplayıcıları sanat nedir bilmeyen, büyük yapılar inşa etmekten uzak, karmaşık sembol sistemleri olmayan insan grupları diye adlandıran uzmanlar, Göbeklitepe'den sonra tüm bunları tamamen baştan düşünmeleri gerekiyor demektir. Tabiri caizse, "Tarih yeniden yazılıyor."

Buradaki yapının bir tapınak olduğunu gösteren doğrudan bir kanıt yok; bazı uzmanlar bir "tapınak" değil de bir "barınak" veya "sığınak" olarak inşa edilmiş olabileceğini düşünüyorlar. Böyle düşünmelerinin nedenini şöyle açıklıyorlar: "Muhtemelen antik atalarımızda barınma ihtiyacı, ibadet ihtiyacından çok daha güçlüydü ve uzak bölgelere göç ederken bir "dinlenme noktası" olarak inşa edilmiş olması çok daha olasıydı. Fakat yine de taş sütunlarda yer alan hayvan figürleri çizimleri "Şamanik" inancın  kökenlerinin burada başladığının düşünülmesine neden oluyor."

E Yapısı "Kaya Tapınağı"

E yapısı Göbeklitepe'de ilk yıllarda kazılan tarihöncesi yapılardan biridir. Bu oval yapı ana kaya üzerinde oturmaktadır ve hemen kuzeyindeki iki büyük çukurla birlikte keşfedilmiştir. E yapısının T biçimli dikilitaşları ve taş duvarları tamamen yok olmuştur. 





Balıklıgöl ve Ayn-ı Zeliha Gölü'nün Hikayesi

Balıklıgöl'ün hikayesine geçmeden önce Urfa (Edessa) adının nereden geldiğini yazmalıyım. Urfa, eski çağlarda Edessa olarak adlandırılmış. Edessa antik Yunancada "suyu bol" anlamına geliyormuş. Karakoyun (Daysan) deresi (şimdilerde kurumuş) ve şehirdeki pınarlardan dolayı suyu bol bir şehirmiş. Süryaniler, Edessa yerine Urhay ismini kullanmışlar. Günümüzdeki Urfa adının Süryanice Urhay'dan (Orhai) geldiği ileri sürülüyor. Şehrin adı, Osmanlı dönemindeki yazılı kaynaklarda "Ruha" olarak geçiyor. Arapçadan gelen bu kelime 20. yüzyılın başlarına kadar kullanılmış. Şehrin adı zaman içinde halk dilinde Türkçe söylenişi olan Urfa'ya dönüşmüş.

Göbeklitepe'den sonra Şanlıurfa merkezde bulunan Balıklıgöl'ü ziyaret ettik. Hz. İbrahim'in doğduğu şehir olarak anılan Şanlıurfa (Edessa), üç büyük İbrahimi dinin mensupları tarafından her yıl yüzbinlerce kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Ayn-i Zeliha ve Halilulrahman gölleri, yaygın adıyla Balıklıgöl, Hz. İbrahim'in yaşamıyla ilişkilendirilen ve kutsal kabul edilen yerlerden biridir. Balıklıgöl'ün dilden dile dolaşarak bugüne dek gelen efsanesi şöyle: Hz. İbrahim'in yaşadığı dönemde Şanlıurfa ve çevresine hükmeden zalim hükümdar Nemrut'un adı, Mezopotamya'ya ait başka efsanelerde de yer alır. Kendini Tanrı ilan eden Nemrut, halkını tapınaklara yerleştirdiği putlara (heykel) tapınmaya zorlar. 

Bir gece rüyasında gördüklerini kahinlere yorumlatan Nemrut'un zulmü daha da artar. Rüyayı yorumlayan kahinler Nemrut'a, o yıl doğacak erkek çocuklardan birinin kendisini öldüreceğini, putları yıkacağını ve yerine hükümdar olacağını bildirirler. Öfkelenen Nemrut, o yıl doğacak olan tüm erkek çocukları öldürtmeye karar verir.

Bu haberi alan Nemrut'un askerlerinden Azer, doğum yapacak olan karısı Nuna'yı alıp, gizlice bir mağaraya götürür. Günümüzde bu mağaranın Hz. İbrahim'in doğduğu Mevlid-i Halilulrahman olduğuna inanılır. Doğum yaptıktan sonra Nemrut'un korkusuyla mağaradan ayrılan Nuna Hatun, pişman olup geri döndüğünde bir mucizeye tanık olur. Bebeği ceylanlar tarafından beslenmektedir. Rivayete göre ceylanlar tarafından büyütülen bebek (Hz. İbrahim), 15 aylıkken 15 yaşında gibi büyük göstermektedir. Bu sayede, ormanda yakalanınca, Nemrut'un askerleri tarafından öldürülmekten kurtulur. Askerler Hz. İbrahim'i hükümdarları Nemrut'un huzuruna çıkarırlar. Hz. İbrahim'i çok seven Nemrut O'nu evlat edinir.




Hz. İbrahim, Nemrut'un sarayında kendisi gibi evlatlık olan Zeliha ile karşılaşır. Zeliha, Nemrut'un zalimliğine ve halkı kendi putlarına tapmaya zorlamasına karşı çıkan Hz. İbrahim'e sevgiyle bağlanır. Hz. İbrahim, her fırsatta halkı Nemrut'un zulmüne karşı çıkmaya ikna etmeye çalışsa da halk korkusundan hiçbir şey yapmaz. Halkın bir şey yapmadığını gören Hz. İbrahim, kendisi harekete geçmeye  karar verir.

Putların huzurunda önemli bir ritüelin gerçekleşeceği bir gün, elindeki baltayla tapınaktaki bütün putları kırar ve baltayı en büyük putun boynuna asar. Tapınağa gidiğinde tüm putların kırıldığını gören Nemrut, bunu yapanın Hz. İbrahim olduğunu öğrenince çok öfkelenir. Böyle bir itaatsizlikle ilk kez karşılaşan Nemrut, büyük bir ateş yakılmasını ve o ateşe Hz. İbrahim'in atılmasını emreder. Rivayete göre, o gün Urfa'da başka bir ateşin yakılmasına izin verilmez ve toplanan tüm odunlarla büyük bir ateş yakılır. Ve Hz. İbrahim, Urfa Kalesi'nden mancınıkla bu ateşe atılır. 












Efsaneye göre, Hz. İbrahim tam ateşe düşeceği anda ateş suya, içindeki odunlar da balığa dönüşür. Balıkların sırtlarındaki siyah lekelerin, içinden çıktıkları o devasa ateşin izleri olduğuna inanılır. Balıklıgöl'ü oluşturan bir diğer gölün adı, Ayn_ı Zeliha gölüdür, ki Hz. İbrahim'in ateşte yanıp öleceğini düşünen Zeliha'nın gözyaşlarıyla oluştuğu rivayet edilir.

Balıklıgöl'deki balıkları besledim. Sonra, Mevlid-i Halilulrahman mağarısına (Hz. İbrahim'in doğduğu mağara) girmek  istedim ama o kadar kalabalıktı ki, mağaraya giremeyip, dışarıdan izledim.

Kızılkoyun Nekropolü

Balıklıgöl sonrasında öğle yemeği için Urfa merkeze gittik. Gruptakiler yemek yerken ben bu bir saatlik yemek molasında elimde atıştırmalıklarla kaptanımızla birlikte Urfa'da 6 kilometrelik bir yürüyüş gerçekleştirdim. İşte Kızılkoyun nekropolü'ne de bu yürüyüşümde rastladım. Uzaktan bakınca sıra sıra gördüğüm mağaraları bir yaşam alanı sandım. Yaklaşınca bu mağaraların, nekropol olduğunu yazan tabelayı gördüm. Nekropolisler, Eski Yunanca'da Nekros=Ölü ve Polis=Şehir kelimelerinden oluşan, antik Yunan ve Roma kentlerinde kent merkezi dışında yer alan mezarlık alanlardır. Kızılkoyun Nekropolü, Balıklıgöl'ün kuzeyinde, Haleplibahçe'nin doğusunda yer alan Tılfındır Tepesi yamaçlarında kurulmuştur. Antik Yunan ve Roma kültürünün Edessa kent merkezinde yer alan en önemli kalıntılarından biridir. Bu mezarlar M.S 2. ve 4. yüzyıl arasına tarihlendirilmektedir. Burada bulunan 61 kaya mezarı kolay şekillendirilebilen kireç taşı ana kayanın belirli bir sistemle oyulmasıyla mezar odaları oluşturulmuştur. Mezar odaları genellikle kare planlıdır. Kaya mezar odalarının içerisinde, sayıları o günün gömü ihtiyacına göre değişiklik gösteren klineler (ölü yatakları) bulunmaktadır. Ölülerin bu klinelere yatırılarak üzerlerinin kapak taşı şle kapatıldığı bilinmektedir. Bazı mezar odalarının içerisinde mitolojik ve dini sahnelerin yer aldığı kabartmalar bulunur. Mezarlıklarda ölünün yanı başına çeşitli hediyeler bırakılmakta, dönem dönem sunular yapılarak kurbanlar kesilmektedir. Edessa kentinin önemli Nekropollerinden olan Kızılkoyun, mezar büyüklükleri, mezar süslemeleri ve buluntuları bakımından oldukça sıra dışıdır. 









Nekropolü gezdikten sonra, otobüsle grubun yemek yediği lokantanın önünden gruptakileri aldıktan sonra otelimize döndük. Akşam yemeğinden sonra isteyenler "sıra gecesi" ne gittiler. Ben artık sıra gecelerinin de ticarileştiğini düşündüğümden katılmadım. Çünkü, TV'de izlediğim Kazancı Bedih'in muhteşem sesi ve yorumuyla renklendirdiği geçmişteki sıra gecesinin belleğimde kalmasını yeğledim.

Dinlenip, uyudum. Sabah erkenden en çok merak ettiğim Mardin'e doğru yol alacağız. Programda Eski Mardin, Deyrulzafaran Manastırı, Tur Abdin Bölgesi, Midyat Mağaraları, Abbaraları gezip görmek var. 

Not: Tüm fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz!

(*)https://epochtimestr.com/index.php/gobeklitepenin-12000-yillik-esrarengiz-sutunlarinda-bulunan-avustralyali-aborijin-sembolleri-tarihi-sarsabilir